4 Eylül 2019 Çarşamba

Necati Tosuner - Özgürlük Masalı

Tosuner bir röportajında 1950 Kuşağı öykücülerinin dışlayıcı tavırlarından bahsediyordu, kendisinin ilk kitabı çıktığında bir süre görmezden gelinmiş, ardından olumsuz eleştirilere maruz kalmış. Aslında o zamanları düşününce biraz olsun hak veriyorum sanırım, Tosuner'in diğer metinlerini pek beğensem de ilk öykülerinden çoğu gerçekten vasat, üç beş izleğin etrafında dönen öyküler. Kadınlara karşı duyulan "yıkılmışlık", yalnızlık, gidememek, öfke, bu tür şeyler var öykülerde. Olsun tabii ama hemen her öyküde aynı iç döküşün pek de farklı olmayan biçimleriyle karşılaşmak hep aynı şeyin okunduğu hissi yaratıyor, hoş değil. Örneğin Sancı.. Sancı...'da da benzer meseleler var ama kurmacayla daha bir uğraşıldığı belli oluyor. Yakın tarihli örnekler olduğu için söylüyorum. Bu ilk öykülerinde Tosuner'in sonraki metinlerinde de yer vereceği konuları belirlediğini söyleyebiliriz, kendi fiziksel durumundan ötürü toplum karşısında duyduğu kompleks, anlatının doğrultusunu direkt belirlemiş bir yandan. Bu açıdan dikkate değer öyküler var elde, üstelik yirmi bir yaşındayken kendi imkanlarıyla bastırmış öykülerini Tosuner, daha da bir dikkate değer sanırım, kırk yıl sonra yazdığı metinlerdeki üslubunun daha ilk öykülerinde görülebilmesi de takdire değer. Değerli bir yazar yani Tosuner, öykücülüğümüzde ve romancılığımızda kendine has bir yerinin olduğunu düşünüyorum. Evet.

Yalnızlığa Övgü nam öyküsüne bakıyorum. Direkt o kentin sokaklarını bırakacağını söyleyerek başlıyor anlatıcı. O kent Ankara. Bulvarında aylakça dolaşılan, Kızılay Durağı'nda kızların çocuksu gülüşlerine maruz kalınan boğucu bir uzam. "Çift çifttir herkes. Bir yalnız ben varımdır." (s. 1) Bafra sigarası iyi bir arkadaş, başka da bir arkadaş yok. Henüz. Başka bir öyküde ortaya çıkan arkadaşı dışında pek sosyalliği yok anlatıcının. Üzgün ve umutlu, kenti terk edecek adam, mutluluğu arayacak ama yola çıkmadan önce nasıl mutlu olacağını fark ediyor, yalnızlığını severek kurtulacak. Sevgi aramaktan vazgeçerek kurtulacak. Parkeler de kurtulacak, sonlarda yalnızlığını öldürmek için topuklarını parkelere vuruyor ve beş tanesini tahtalı köye, bir anlamda geldikleri yere gönderiyor. Bir günde beş parke ölüyor, öykü böylece sona eriyor. Hemen ardından kitaba adını veren öykü geliyor, hepsinin içinde en iyisi bu. Kuşlarla ilgili ilk bölümde serçelerin toplandığı bulvardaki izlenimler var, kuşların mevsimlik hareketi atkestanesi ağacına tünemeyi gerektiriyor, anlatıcı yine arkadaş arıyor ama kendisi kuş değil, tüneyen bir hayvan hiç değil, o yüzden yine yalnız. Yanından insanlar geçiyor, umursamıyorlar. Kendini avutamıyor anlatıcı, kuşların özgürlüklerine imreniyor, o da istediği yere gitmeli ama arkadaşı olmadan zor. Arkadaşının babası çok kızgın bir adam, akşam vakti sokağa salmıyor genci, gündüzleri oradan oraya yürüyorlar, dolanıyorlar, gitmenin hayallerini kuruyorlar. Kuşlar da özgür olmadıklarını söylüyorlar sonra, Allah'a bir isyan yükseliyor, kimseyi özgür yaratmamış. İkinci bölümde, "Sat anasını!" şeklinde bir rahatlama tekerlemesi üfürülüyor, iki arkadaştan birinin başına sıkıntılı bir şey geldiğinde diğeri hemen yapıştırıyor bu sözü, satıyorlar anasını. Tutuldukları bir kız yok, yapacakları bir iş yok, hayat bomboş. İntihar etmeyi düşünüyorlar, erken davranan Kızılay'daki yapı bitince -hangi yapı acaba, 1960'ların başında inşa edilen ne varsa orada- tepesinden atlayacak, diğerine iki yaşamı birden yaşamak kalacak. Birtakım beceriksiz ilişki denemeleri de hayal kırıklığıyla sonuçlanınca gitmeyi akıllarına koyuyorlar iyice, evden kaçıyorlar. Gazetelerdeki kayıp ilanlarında kendi yüzlerini görüp gülüyorlar ama tamamen kaybolamıyorlar, anlatıcının arkadaşı yan çiziyor ve diğerini de vazgeçirmeye çalışıyor ama kafaya takılmış bir kere, gidilecek. Gidiliyor, serçeler yerine güvercinler ve martılar seviliyor, dönülüyor sonra. Kalan arkadaş bir kız bulmuş, mutlu. Özgürlük masalına inanıyor anlatıcı, kısa bir süreliğine de olsa başka kuşları sevebildi.

Martılar Gülüştüler. Mahalleliler, esnaf, atkestaneleri, umutla beklenen ama gelmeyen aşk. Göl Kıyısı. Uzun bir adamla kısa bir adamın konuşmaları. Ağaçlara bakan adam hemen bir uzun adam oluşturuyor bilincinde, kısalığın ve uzunluğun dertlerinden bahsediyorlar. İnsan Sayılmak. Gözlemcinin bir adamı göz hapsine alarak insanlığın ne olduğunu düşünmesi. Toplumun dışladığı, sevilmeyen birinin var olup olamayacağı üzerine -diğerleri gibi- kısacık bir öykü.

Bir Ebemkuşağı Peşinde nispeten iyi bir öykü. Yolda görülen bir kadının koluna girdiğini hayal eden anlatıcı için hemen bir hikâye doğuyor: Kadınla tanışma, birlikte yürüme, arkadaşın evine davet, arkadaşın da kadınla sevişmek istemesi, birtakım mutluluklar. Hayal tabii. "Ben düşlerimdeki yaşayışlarla avunan yağmurların çocuğu." (s. 48) Sonraki öyküye başlarken yeni bir öyküye geçmediğimizi düşünebiliriz, devam edeyim, şu alıntılamaya değer: "Yaradanın varlığını yokumsadım. Sıkıntılarda boğuldum, açmazlara düştüm büsbütün. Oysa ben de en dolgun inanışlarla ona güveneyim isterdim. O sevdirmedi kendini." (s. 49) Yaradanla bir çekişme başlıyor ardından, yirminci yaşa gelir gelmez ilaha savaş açan bir anlatıcının düşüncelerini takip ediyoruz. Kader anlayışı üzerinden sürdürülen mesele özgür iradenin sınanmasıyla genişliyor. Anlatıcının annesi, oğlundan "kötü kadına" gitmemesini istiyor ama adam geneleve gidiyor ve bir kadınla sevişiyor, yaşamı duyumsamaya çalışıyor kendince.

Son iki öyküye dokunmuyorum. Bu. Bütün kusurlarıyla birlikte -bence- iyi bir yazarın doğuşunu görmek isteyenler okumalı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder