Bellatin yine parçalara ayırmış novellasını, her bir bölümde yaşamının ayrı bir bölümünü görüyoruz. Gittiği hamamı Japon bir ailenin işlettiğinden bahsediyor, Japonlar içeride yaşananlara karışmıyorlar, özgür bir ortamda takılıyor adamlar. Yine sonlara doğru yara ve kabuklarla dolan beden hamama gitmeye engel teşkil ediyor, normal şartlarda hamamdan yorgun argın çıkan anlatıcının dükkandan çıkmaya hali kalmıyor. Geceleri erkek aramaya da çıkmıyor, parlak kıyafetlerini giymiyor, kendi ölümüne yavaş yavaş alışıyor, bir de hastalardan çıkan kokuya. Her şeyin öncesinde salon sekizde kapıları kapatıyormuş, pek tekin olmayan bir muhitte kadın kıyafetleriyle dolaşmak zor olduğu için anlatıcı ve arkadaşları çantalarını yanlarında taşıyıp uygun bir yerde travesti kıyafetlerini giyerek müşteri bekliyorlarmış, sabaha karşı uyuyorlarmış ve çok para kazanamasalar da eğleniyorlarmış. Güzel bir yaşam. Anlatıcı salonu güzelleştirmek için yapılabilecek şeyleri bu sırada düşünmeye başlamış. "Aradığım şey müşterilerin kendileriyle ilgilenilirken berrak suyun altındaymış gibi hissedeceği ve yüzeye çıktıklarında gençleşmiş ve güzelleşmiş olacakları bir ortamdı." (s. 23) Ölüm Evi'ndeki hastaları tanımayacak noktaya gelmek anlatıcı için çok ağır bir yük. Bazı hastalarının hikâyelerini anlattığı bölümlerde umursamazlıkla birlikte acı da görülebilir. İnsanların isimlerini, yüzlerini hatırlamayacak kadar çok ölüm gördüğü için derinlerinde bir yer taşlaşmış, sadece ölümü hatırlıyor ve biliyor. Koyu bir umutsuzluk. Genç adamlar "telef oluyor", balıklarla birlikte. Artık kimin insan kimin balık olduğunu ayırt edemeyecek bir noktaya geliyor anlatıcı, her gün kaskatı kesilmiş balıklarla insanların aynı yere gittiklerini düşünüyor mu bilmem, ulaşılamayacak kadar derinlerde bir yerde yüzdüklerini düşünüyordur belki. Birlikte eğlenmeye çıktığı arkadaşları da öldükten sonra sığındığı düşüncelerinde, anılarında huzur bulmaya çalışıyor ve geçmişini hatırlıyor yavaş yavaş. Ailesi pek kayda değer değil, on altı yaşındayken evden ayrılıyor ve hamisini buluyor, adam iyi bir pezevenk ve anlatıcıya para biriktirmesini, gençliğinin sonsuza kadar sürmeyeceğini söylüyor. Biriken para altı yıl sonra güzellik salonuna dönüşüyor, sonra ilk hastayı kabul etme zamanları hatırlanıyor, ilk hastanın hayata döndürülmesi için yapılan harcamalar, verilen uğraşlar hatırlanıyor. Bir de mahallelinin salonu bastığı zaman var, aksiyonun zirve yaptığı an. Ölüm saçan bu yerden kurtulmak için toplanan öfkeli kalabalık dükkanı yerle bir edecekken anlatıcı sıvışıyor, polise gidiyor ve ekipleri mekana getirmeyi başarıyor, sonuçta salon kurtuluyor ve insanlar oradan uzak duruyorlar ama çok beklemeleri gerekmiyor zaten, içeride yaşayacak pek kimse kalmıyor. Hastalardan başka kimse yok zaten, anlatıcı gecenin bir körü içeri girmeye çalışan sevgilileri kapı dışarı ediyor. Sadece hastalar. Sadece balıklar. Sırf ölüm.
Anneden gelen bir mektup, kanser sonucu kısa süre sonra sona erecek bir yaşamın acı haberini veriyor ama anlatıcı cevap yazmıyor, o da ölümü beklemekte. Geçmişin ihtişamıyla dolu bir ölü olarak bulunmak istiyor, parlak kıyafetlerini giyiyor sona doğru. Vedaya hazır. Akvaryumları dağıttıktan, günlük işlerini yaptıktan sonra yapacak bir işi kalmıyor. Burada bırakıyoruz onu, hikâye sona varıyor. Bir bakıyorum, olaylardan ve insanlardan ibaret parçalar, ölümü bekleyen insanların psikolojileri kırık bir camın parçaları gibi bir araya geliyor, anlatıyı oluşturuyor. Cinselliğin uyandırdığı doyumsuzluğu, renkleri ve yaşamın ta kendisiyken ölümle ilişkilenmesini görüyorum. Bir insanın ağır yürüyüşünü de görüyorum, hikâyesine kendi eliyle nokta koymasını.
Bellatin'in okuduğum ikinci metni bu, Türkçedeki ilk metni.
Ek: Bellatin Facebook'unda paylaşmış bunu:
Bir de bugün Çelik'e sardım ben, doksanlı yılların ortasındaki velet oldum. Ne dinlerdim valla, bir şarkısını koyayım buraya.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder