18 Nisan 2019 Perşembe

Zabel Yesayan - Son Kadeh

Başka bir şey anlatmam lazım önce. Aşağı yukarı üç buçuk yıl önce ilk kez dinlediğim bir şarkı var, çalmaya başlar başlamaz vurulmuştum. Çekirdek Sanat Evi'nin kayıtlarını ayıla bayıla dinlerdim ama Zeynep'i dinlememiştim hiç, rast gelmemiştim. O sıralarda askere gitmek üzereydim, kaygılıydım ve mutluydum. Sonuçta o yazı bu şarkıya denkledim, hatta askerdeyken sabaha karşı garaj nöbetlerinde defalarca dinledim. Askerlik bitti, döndüm ve Emre'yle şu şekilde yorumladık şarkıyı. Şarkının sahibinden izin almak gerekiyordu tabii, Zeynep'i araştırdım ama hakkında hiçbir şey bulamadım. Hiç. Aramayı bıraktım, çok oldu. Üç küsur yıldan sonra Soundcloud üzerinden bir mesaj geldi, Yüksek lisans tezini Çekirdek Sanat Evi üzerine yazan birinden. Zeynep'in izini bulmuş, yorumumuzu dinletmiş. Zeynep çok beğenmiş ve mutlu olmuş, süper. Mesajı atan kişi iletişime geçmek istiyorsak mail adresimizi ve telefonumuzu yazmamızı söylemiş, yazıp gönderdik. Bekliyoruz, çok heyecanlıyım ben. Şarkıyı canlı canlı çalıp söylesek ne güzel olurdu. Evet, bu kadar. Şimdi Zabel Yesayan'ın metni.

Yesayan 5 Şubat 1878'de Üsküdar'da doğmuş, 1895'te ilk edebi eseri yayımlanmış, "ümit vaat eden genç bir yazar" olduğu söylenmiş. 1890'ların ortalarında Ermeni katliamları sürerken babasının tavsiyesi üzerine diğer pek çok Ermeni gibi Fransa'ya gitmiş, Sorbonne'da edebiyat ve felsefe derslerini takip etmiş, üniversiteye giden ilk Ermeni kadın olmuş. Orada İstanbul doğumlu ressam Dikran Yesayan ile evlenmiş, iki çocuğu olmuş. 1902'de İstanbul'a dönmüşler, sonrasında Zabel Yesayan pek çok edebi eser kaleme almış ama burada geçinemeyip Paris'e geri dönmüşler, genç çiftin yeteneğinin bilinmediğini söyleyenler İstanbul Ermeni cemaatini eleştirmiş. Jöntürk Devrimi'yle birlikte İstanbul'a dönmüşler, sonra Yesayan Kilikya'daki Ermeni katliamının izlerini belirleyen aydın ve siyasilerin arasında yer almış. Jöntürklerin talimatlarıyla öldürülen Ermenilerden biri olmamak için kılık değiştirerek Bulgaristan'a kaçmış, oğluyla yıllar sonra buluşabilmiş. 1933'te önceden ziyaret ettiği Sovyet Ermenistanı'na yerleşmiş, 1937'de Stalin kovuşturmaları sırasında tutuklanmış ve 1942'de veya 1943'te bilinmeyen bir yerde ölmüş. Önsözden aktarıyorum, bunun yazarı belli değil ama muhtemelen çevirmen Mehmet Fatih Uslu yazmıştır. İkinci bölümde Yesayan'ın edebiyatıyla ilgili birtakım bilgiler yer alıyor, yazdığı metinler ve yaşamına dair detaylar bir arada verilmiş, Ermeni yazarların en büyüklerinden biri olduğu söylenmiş. Dönemin yazarlarından daha üstün, daha modern bir tekniği olduğunu söyleyebiliriz, romanın zirve yaptığı memleketlerden birinde yıllarca yaşamış olmasının etkisi.

Son Kadeh, kendisinin en iyi metinlerinden biri olarak görülüyor. Başlangıçta metnin uzaklardaki "sevgili bir dosta" ithaf edildiği söyleniyor. Uzaktan bile olsa fikirlerin ve duyguların bir olması için sarf edilen çabanın sebebi geçmişi canlandırmak, anımsamanın mutluluğuyla güzel zamanlara dönmek gibi gözüküyor. Metnin bir nevi mektup olduğunu söyleyebiliriz, iç dökmenin samimiyeti yer yer Lispector'unkini anımsatsa da öylesi bir derinlik yok. Zaten anlatıcı edebi bir eser yazmaya niyetlenmiyor, dostunun isteğiyle ruhunu tanıtmak istiyor ve bunun için farklı anlatım tekniklerine, alengirli anlatıya başvurmuyor. Zamanda yolculuk yaparak anılarını canlandırıyor ve geçmişini kuruyor, bu başlı başına bir teknik zaten, geçmiş her kuruluşunda bir anlatı biçimine kavuştuğundan anlatım biçimi de kendiliğinden ortaya çıkmış oluyor. Işıldayan bir saadetin aydınlığını yakalamak için kaleme alınan metnin hüzünlü bir hikâyeyi sakladığını anlıyoruz, daha en başta. "Ben kalbimi ifade etmek istiyorum, saadetimin şarkısını söylemek istiyorum, ben sadece senin için yazıyorum, sevgilim..." (s. 19) Aileyle başlıyoruz, babasının şımartılmış ve biricik kız çocuğu olarak büyüyen anlatıcı, annesinin ölümünden ve kendi zayıf bünyesinin yol açtığı hastalıklardan ötürü sıkıntılı zamanlar geçirmeye başlayınca kendisini hayaller kurarak avutmaya başlıyor. Kayıp var yine, travmatik bir yokluk ortaya çıkar çıkmaz kişisel doldurma şekli geliştiriliyor ve hayat anlatıcıyı saf ve iyimser kılıyor. Adrine kendisini güzel bulmasa da erkekler etrafından eksik olmuyor, babası gülerek kızında şeytan tüyü olduğunu söylüyor. Mikayel çıkıyor sahneye, gerçek bir adam. Kendi fikirleri, duruşu, yargıları var ve kararlılığı sayesinde Adrine'nin yıllar süren inadını kırıyor. "O hakiki bir adamdı. Ancak kadınlar bilir ki, hakiki bir adam nadirattandır." (s. 26) Sonrasında insanların gizledikleri yönleri olduğunu, Mikayel'inse açık bir adam olduğunu söylüyor Adrine, adamı bu yüzden beğeniyor ama yanlış bir ölçüt kullanıyor bu noktada, evleneceği adamı düşünceleriyle tarttıktan sonra seçiyor, duygularıyla tartmadan. Dolayısıyla mutsuzluğa mahkum bir evlilik doğuyor böylece. Mikayel'in kendisini tutkuyla sevdiğini anlıyoruz satır aralarından, adam Adrine'nin drahomasını gayet akıllıca işletiyor ve parası olmasa dahi Adrine'yi yine seveceğini, sevgisinin samimi olduğunu söylüyor. Burası çok ince bir nokta, aslında bütün kırılma bir tarafın tutkusuz, diğer tarafın aşırı tutkulu olmasından doğuyor. Adrine, insanların belirli şartlarda belirli şekillerde hareket ettiklerini söylüyor, eleştirel bir tona sahip olduğu söylenebilir. Kendisini de eleştirmiş oluyor böylece, o da bahsettiği insanlardan biri haline geliyor, zaman içinde. Aslında aralardan çıkarılacak çok şey var ama yargılayıcı olmak da istemiyorum, sadece güvenilmez bir anlatıcıyla karşı karşıya olduğumuz ihtimalini hatırlatıyorum. Adrine'ye göre Mikayel'in kasvetli ve kederli ruhu uzlaşılabilir değil, dolayısıyla yıllarca birlikte yaşamışlar ve çocukları olmuş ama iki insan için gerekli olan en önemli şeyi bir türlü ortaya çıkaramamışlar; aralarında sevgiye dayalı tek taraflı bir bağ var. "On senelik evlilikten sonra aynı heves, aynı ateşle seviyordu beni." (s. 31) Burası çokomelli. Son derece basit bir denkleme indirgeyebiliriz geri kalanını. Adam tercih ediliyor, bu güzel. Tercih edilme sebebini kendi tercih sebebinden bağımsız düşünemiyor ki düşünemez, duyguları yüzünden başka sesleri duyamıyor, bu çok kötü. Sonuçta adam Adrine için hayatı önce üzüntüsüyle ve durgunluğuyla ıstıraba çeviriyor ve sonrasında, olayların koptuğu noktada kadına şiddet uyguluyor, Adrine günlerce baygın yatıyor. Bu hikâyeyi bir de Mikayel'in tarafından okumak isterdim açıkçası.

Çok ince, özünden gelen bir dille anlatıyor yaşadıklarını Adrine, neler hissettiğine dair söyledikleri, yaptığı benzetmeler, çektiği ıstıraplar çok içten. Tutkularını canlı tutmak için her şeyi yapıyor, kocasına genelgeçer kanunlara uyarak sadık kalsa da kendisini suçluyor durmadan, karşısına çıkan erkeklere duyduğu uçucu ilgiyi daima yaşamak istiyor. Aslında ihalenin bu hitap edilen adama kaldığını söyleyebiliriz, Adrine'nin önceki kırığı savaşta öldükten sonra çektiği acı ve Mikayel'in sorgulamalarının verdiği sıkıntı büyükçe bir oyuk bırakmış geride, aşık olunan son adam önceki bütün acıları temize çekiyor sanki. Yargılayıcı olmayayım diyorum ama bunu söylemeden de duramayacağım, Adrine'nin bir bakıştan çıkardığı anlamlar için ayrı bir metin yazılabilirmiş, aşka duyduğu açlık korkunç bir noktaya erişiyor ve Mikayel'in her şeyi anlamasına yol açıyor nihayetinde. Mikayel'in onca beklemesinin sebebi hakkında bir şey bilmiyoruz, bir tek en sonda çocuklarını alıp İzmir'e gittiğini, Adrine'yi terk ettiğini öğreniyoruz. Kadın için yıkım, evlatlarından ayrı kaldığı için. Sonuçta çocuklarından kopamıyor Adrine, eşinin peşinden İzmir'e gidiyor ve sevdiğini ardında bırakıyor. Bu metin sevdiği insan için.

Hatalar silsilesi, tutkunun herhangi bir toplumsal kurala, ataerkil baskıya gelememesi, bir kadının arzuyu özgürce yaşama biçimi. Özeti budur. İyi metin.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder