Schneider ve Schulmeyer ikilisi bir satranç ustasıyla birkaç ilkokul çocuğunu alıp onların üzerinden uygulamalı bir eğitim veriyorlar. Hikâyeli. Satrancın doğuşu, Pers diyarına yayılması, oradan Araplara ulaşması, oradan Avrupa'ya zıplaması derken güzel bir kurmaca yaratmışlar, tebrikler. Hatta arada Lüneburg Varyantı'nın esinlendiği gerçek olayı da gördüm, çok heyecanlandım. II. Dünya Savaşı sırasında toplama kampına kapatılan bir satranç oyuncusu, kampta terör estiren bir komutanın dikkatini çekiyor ve komutan genç adamdan hemen her gece kendisiyle satranç oynamasını istiyor. Oynuyorlar, adam Şehrazat'ın rolüne bürünüyor, canı için oynuyor. Tabii Maurensig hikâyeyi çok uçuk, muazzam bir hale getirmiş ama işin gerçeği bu. Başka sanatçıların da ismi geçiyor, metinleriyle birlikte. Zweig, Beckett, Dürrenmatt, Canetti, Nabokov gibi yazarlar metinlerinde satranca yer vermişler. İki yazar en tepeye Maurensig'in şahane romanını koymuşlar, gerçekten de satrancın doğrudan yer aldığı metinlerin en iyisi. Marcel Duchamp da her sanatçının bir satranç oyuncusu olmadığını ama her satranç oyuncusunun bir sanatçı olduğunu söylemiş. Kendisi de Fransız satranç milli takımının oyuncusuymuş zamanında, şaşırdım bunu okuyunca. Helal. Aralara serpiştirilmiş hikâyeler ve ilginç bilgiler de yer alıyor, ELO sistemi, büyük ustalar, küçük ustalar, bir sürü şey. Alman tarihinde satrancın yayılması ve önem kazanmasıyla ilgili genişçe bir bölüm var, o da ilgi çekici. Başka, korsanlar tarafından yaşamı için oynamaya zorlanan bir adamın hayatını kurtarması da hoş bir hikâye. Taşların isimlerinin ve şekillerinin değişimi, oyunun farklı coğrafyalarda başka kurallarla oynanması ve isminin toptan değişmesi yine ilginç.
Onca gırgırın, geyiğin yanında oyunla ilgili teknik bilgiler de can sıkmadan sokuşturulmuş araya. Temelden başlıyorlar, metnin alt başlığı zaten yeterince açıklayıcı. Taşlar, taşların değerleri, rok, pat, mat, açmaz, şu, bu, her şey var. "Geçerken alma" olayına gelince güldüm biraz, metinde de söylendiği gibi yılların satranç oyuncuları bu kuralı bilmeyebiliyormuş ki ben bunu geçen sene öğrendim açıkçası. Şöyle, diyelim ki piyonunuz tahtanın rakip tarafındaki yarısına kadar ilerledi. Rakibiniz de höyt diye bir yandaki sütundan iki kare açıverdi piyonu. Ne oldu, onun piyonuyla sizinki yan yana geldi. Evet, bu noktada rakibin piyonunu sanki bir kare gerideymiş gibi yiyebiliyoruz. "En passant" deniyormuş buna, ben bu mevzuyu bilmediğim için internetten oynarken rakibin hile yaptığını düşünüp içimden küfrederdim. Bir arkadaşım beni sığırlıkla itham edip kuralı söyledi, aynı şeyi ben yapmaya başladım, şimdi bana küfrediyorlar. Öğrenin arkadaş ya, kural var kural. Neyse, boğmaca matı, çoban matı, İskoç açılışı, Hint bilmem nesi derken iyice bir öğreniyorsunuz meseleyi. Tabii tamamen ezberden değil, yaratıcılıkla gitmeliyiz ki hem kalıplardan uzak duralım, hem de Bobby Fischer'ın şikayetçi olduğu camışlardan olmayalım. Sırf ezber değil bu oyun. Gerekirse çok aptalca gözüken, değişik bir hamle yapmalıyız ve ortaya çıkan karmaşadan keyif almalıyız. Kazanmak şart değil, kazanmak için oynamıyoruz. Kafamıza dayanmış bir silah yoksa.
Canım Morgenstern'den alıntı da yapmışlar, çok hoş.
"Şah, mağrur ve ağır başlı.
Önemli, ama her zaman kudretli değil."
Tabii, şah en hassas ve önemli taşımız. Onu korumalı, kollamalıyız. Oyunun başında zart diye ileri atmamalıyız, yoksa çatallanır, açmaza alınır, başına bir iş gelir. Gelmemeli, mümkünse rokla korumaya almalıyız. Tabii sadece şah yok, her taş için taktikler, planlar verilmiş. Örneğin filleri veriştik, atlar kaldı. Atlarla ilgili pek çok pozisyon, pek çok taktik verilmiş. Benim işime yaradı. Ben at severim, filden daha çok severim. Fil biraz "sniper" işi, kendini unutturup uzaklardan vurabilir, iyi ama benim için, eh, hoş değil. Zaten Diablo oynarken de barbarı alırdım hep, yakın dövüşü seviyorum ben. Atlar da yakından çat çat adamın canına okur valla. Tabii kolaylıkla açmaza alınırlar, dikkat etmek lazım. Kalelerle, piyon finalleriyle ilgili ayrı ayrı bölümler de var, hepsi iyi.
Metin iyi, çoluğunuz çocuğunuz varsa ve satranç oynasınlar istiyorsanız ellerine tutuşturun bu kitabı. Kendiniz de şöyle bir bakın. Lichess'te iki maç atarız. "ohayavv" adıyla oynuyorum, teklif atarsanız yaparız bir maç. Haydi bakalım.
Bir de, dün Gospodinov'a kitabımı verdim ve Hüznün Fiziği'ni imzalattım. Çok şeker bir adam, hayranlıkla dinledim ama kısa kestiler imza faslı için, hiç hoş olmadı. Ertuğ Uçar moderatördü, Gospodinov'dan bir tık daha az konuşmuş olabilir. Normalde yirmiye seksenmiş konuşma oranları ama kırka altmış falan oldu, dolayısıyla iyi olmadı. Yine de dünya gözüyle gördüm adamı, fotoğraf çektirdim falan. Çok güzeldi ya. Evet.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder