14 Nisan 2019 Pazar

Pierre Michon - Yağmur Durmadı

Bu novella ortalama bir metin olarak değerlendirilmiş, insanlar bunaltıcı ve "amaçsız" olduğunu söylemişler, Michon'un kendini sürekli tekrar ettiğinden yakınmışlar falan, son iddiaya bir şey diyemem ama geri kalanı, bence tam öyle değil. İki sebepten değil, ilki kasabaların doğasından ötürü, ikincisi de birincisiyle ilgili. Kasabalar, az nüfuslu ve merkezden uzak yerleşim yerleri çok ilginç yerlerdir. Buralarda sosyal ilişkiler bir gariptir, ahlaki düşünce ve davranışlar popülasyonla doğru orantılıymış gibi sergilenir. Neden, çünkü insan yok. Kahvede ana avrat küfürleşip birbirine giren insanlar ertesi gün tekrar aynı masaya oturacaklardır, çünkü başka masa da yok. İnsanlar birbirlerini tutarlar, ne kadar yamuk yaparlarsa yapsınlar. Gerçekten garip bir ortam, iki yıl böyle bir ortamda yaşadım ve öylesine garipseyip tırstım ki gecenin bir vakti bilinmeyen bir numaradan aranınca, arayan kadın, "Seni almaya geliyorum, evde misin?" deyince ışıkları söndürüp arka odaya çekilmiştim. Kimin aradığını hâlâ merak ederim ama bilmek istemezdim, başıma nasıl bir bela açabileceğimi kestirebiliyorum, öfkeli bir sevgilinin bağırsaklarımı elime verdiği an gözümde canlanıyor. Bu örneklem beni bağlar tabii, kişisel deneyimlerimin sonucudur, her yer böyle olmayabilir ama duyduklarımdan hareketle söyleyebilirim; çoğu kasabada çok acayip işler döner. Acayiplikler demografik ve coğrafi yapıya göre farklılık gösterebilir, o da zamanın, mekanın ve insanın ruhuyla alakalı bir şey. Artık nasıl rast gelirse. Bağırsaklardan ibaret değil olay, hafta sonları köpeğiyle birlikte ava gittiğini gördüğüm komşum bir gün av tüfeğiyle beynini dağıtmıştı. Neden intihar ettiğini bilen yoktu. Sıkıntıdan muhtemelen. Zonguldak'ın bir beldesi, günlerce aralıksız yağmur yağıyor, kömür dumanı havayı iyice karartıyor derken beyaz ışık çekici hale geliyor tabii. Yağmur noktasında bir yakalandım, metin beni tuttu çünkü küçük bir kasaba ve yağmur var, çok tanıdık. İkinci neden, yaşamın sürüp gitmesi isteği. İnsan bir noktadan sonra yaşadığı yere uyum sağlıyor, insanlarla geçinmeye çalışıyor, güzel ama evine kapanıp kalamıyor sonuçta. Yaşadığını hissetmesi lazım insanın, cinsellik kendini şöyle bir gösteriyor o an. Heyecan verici başka bir şey yok çünkü, sevişilecek. Eh, sıkıntı öteleniyor ve bağırsaklar...

Michon'un dünyası bu sıkıntıyı taşıyor. Taşrada bir öğretmen, 60'lı yıllar, kadınlar derken kapalı bir faunanın tutkuyla dolup taşmasına şahit oluyoruz. Epigraf Platonov'dan, toprağın çıplak ve sıkıntılı bir halde uyumasına dair. En sonda herkes uykuya dalıyor zaten, gözler kapanınca metin de sona eriyor. Başa döneyim, Castelnau kasabası. "Henüz büsbütün düşmüş değildim, ilk görev yerimdi, yirmi yaşındaydım. Castelnau, garı olmayan, kuş uçmaz kervan geçmez bir yerdir; sabahları Brive'den ya da Périgeux'den kalkan otobüsler sizi ancak çok geç saatte, yolun en sonunda oraya bırakır." (s. 9) Irmak kenarı, yağmur kapkara ve son durağın saatler süren yolculuğun verdiği sıkıntıya kendi sıkıntısını da eklemesi, kasaba bu kadar. Civarda tek bir otel var, Chez Hélène'e yerleşiyor adamımız. Mekanı anlatıyor biraz. Ortaçağ esintili, biraz dökük. Dışarıdan mobilet sesleri geliyor. Böyle yerlerde ulaşım sıkıntılı olduğu için patpatlarla, bisikletlerle, motosikletlerle falan sağlanıyor ulaşım. Eylülün serinliği ruhu hep dinç tutuyor, bir de bol ve temiz hava, tamam, yaylar gevşedi. Balıkçı Jean'le tanışıyor eleman, bölgenin hayta adamlarından biri. Otelin sahibi Hélène'le arası iyi, yeni gelen genç öğretmenle de iyi nispeten. Birbirlerini tanıyorlar, vakit geçiriyorlar falan. Öğrenciler iyi, okul iyi. Okulla alakalı pek bir şey görmeyeceğiz, elemanın çocuklardan birinin annesiyle sevişmesi hariç. Çocukların dünyasına eğiliyor biraz, defterler ve sözcükler arasından neler hissettiklerini anlamaya çalışıyor ama yirmi yaşında olduğunu hatırlıyor sonra, onları anlayacağı zamandan biraz uzaklaştığını düşünüyor ama sonra öğretmenliğini hatırlıyor, empati kurmak zorunda. Gerçi zaman içinde bu empatinin yerini kadınlarla yaşadıkları alıyor, birkaç mesele daha.

Geride bırakılan çağlardan gelen bir yaşam biçiminin izini buluyor anlatıcı, Eflak topraklarında olduğunu düşünüyor ve bölgenin tarihini gözlerinin önüne getiriyor. Attila'nın akınları sırasında dökülen kan, kesici taşlardan kılıçlara doğru evrilen bir şiddet eğilimi, Memphis'ten Antik Yunan'a vahşet gösterileriyle karşılaşmış her coğrafyanın varlığını dünyanın herhangi bir yerinde sürdürüyor olması, özellikle o bölgede. Civarda Lascaux var, şu meşhur resimlerin bulunduğu mağaraların bölgesi. Duvarlarda avcılar, toplayıcılar, kadınlar, erkekler, av hayvanları, bir sürü şey. Sadece kılıçların şakıdığı savaşlar yok, kadınla erkek arasındaki üstünlük mücadeleleri de o zamanlardan 60'lı yıllara kadar gelmiş, pek biçim değiştirmeden. Tütün dükkanında Yvonne'la tanışıyor ve onunla sevişmek istediğini düşünüyor hemen, tutkuyu sürdürmek için uzaklardaki sevgilisine gerek yok, bulunduğu yerdeki kadınlar da gerilimli ilişkileri sunabilir. Hélène kolay, otelde her gün görüşüyorlar ama Yvonne yeni bir cephe, işlenmeye değer bir güzellik. Zaman ilerliyor bu arada, kasım geliyor ve balıklar değişiyor, toprak değişiyor, her şey durmaz bir akışta yenileniyor. Doğaya uyum sağlıyor anlatıcı, isteklerini yeniliyor. "Turnalar geçiyor, öğrencilerim fiil çekmeyi öğreniyorlardı." (s. 29) Bu cümleyi özellikle aldım, sosyal yaşamla mevsimlerin metindeki ilişkisini gösterebilmek için. Günler de bu döngüye uyuyor ve hızla akıyor, Yvonne'la sürdürülen ilişki dedikoducu kadınların şerrinden uzak tutulmaya çalışılıyor, başlar eğiliyor, yanaklar gizleniyor, bu sırada sular donmaya başlıyor, kış geliyor.

Tilki avlarından elde edilen derileri Yvonne'la kurduğu ilişkiye benzetiyor anlatıcı; yüzülmüş ve kurutulmuş. Bitmeye yakın bir şevk bütün parıltısını kaybediyor ama alışkanlıklar kolay kolay yıkılmıyor, anlatıcının sevgilisi Mado'nun gelişi de pek bir şey değiştirmiyor, paylaşılan bir erkeğin duyduğu sıkıntı dışında. Durağanlığın ardından Mado yeni bir renk getiriyor ama eskiye bulanma tehlikesi var, Balıkçı Jean Mado'yla pek ilgilenmese de kız adamdan etkileniyor. Michon çok ince bir şekilde anlatıyor burayı; tutkunun doğuşu ve kadınların yavaş yavaş "ısınması" bahsi hoş. Neyse, Yvonne ve Mado da bir ara yalnız kalıyorlar, anlatıcı ardından konuşulanları merak ediyor ve erkeksi bir gururla doluyor. Seviştiği iki kadın kendisi hakkında konuşuyor olabilirler, anlatıcı arkadan bıçaklanıyor olabilir, bunun gıcıklayıcı bir mutluluğu var. 

Novella işte, kısalığını hatırlatmayacak kadar meselesi var, dil bu yoğunluğu derinleştiriyor, bilmem ne. Güzel, Michon çevrilirse daha okurum ben.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder