3 Nisan 2019 Çarşamba

Alejandro Jodorowsky - Psikobüyü

Orijinal adında herhangi bir noktalama işareti yok, kapakta var. Bilemedim, orijinalini kullanıyorum.

Jodorowsky'yi Dune'un yönetmenliğini yapacakken mevzunun direkten dönmesi vesilesiyle duymuştum, sonra Ekin otobiyografik öğeler taşıyan bir filmini izletti, hastası olduk. 2018'e gireceğimiz gece Kadıköy'e gidiyorduk, beş dakikalık yolumuz kalmıştı. "Dönüp devam filmini de izleyelim mi ya?" dedi Ekin, "Dönelim," dedim, o gece ikinci filmi de izledik. Gerçeğin Dansı ve Sonsuz Şiir tarafımdan iki defa daha izlendi sonradan, hayali bir çizgi üzerinde yürüyen iki şair arkadaşın kapılardan, bacalardan, zilini çalıp ev sahiplerinden geçmek için izin aldıkları evlerden geçip gitmeleri aklımda, unutamayacağım sanırım. Gerçekten yapmışlar bunları, Jodorowsky performans sanatlarına bunun gibi eylemlerle başladıklarını söylüyor bir yerde. Şili şiir gibi yaşanan bir ülkeymiş, Meksika da oldukça gerçek üstüymüş, Jodorowsky'nin hayal gücü için ideal ortamlar. Latin Amerika'daki cunta ve sömürü zamanlarında insanlar hikâyeler uydurmaktan, bulutları buluttan başka her şeye benzetmekten ve her türlü doğaüstü mevzudan inanılmaz hoşlanırlarmış, biz Zambra vasıtasıyla biliyoruz biraz. Neruda da var, onu da yazalım, Victor Jara'nın şarkılarından bir şeyler çıkarabiliriz, kendi adıma başka da kaynağım yoktur, sağdan soldan duyduklarım kadar. Neyse, bu ortamda büyüyor Jodorowsky, son filmlerinde anlatıyor zaten kendi dünyasını, bireysellikten öteye uzanan bir sihir var o topraklarda.

Jodorowsky başlı başına bir olay. Yönetmen, şahane filmleri var. Çizgi romancı, Giger gibi şahane adamlarla çalışıp şahane çizgi romanlar yaratmış. Incal en bilineni belki de, Moebius'la yarattığı, Türkçeye de çevrildi zamanında. Gerekli Şeyler basmıştı en son, nadir bulunuyor şimdilerde sanırım. Başka, roman, öykü ve oyun yazarı. Bir de metafiziksel meselelerle uğraşıyor. Tarottur, psikobüyüdür, bu tür şeyler. İki röportaj var bu kitapta, ilki Jodorowsky'nin yaşamına eğilip kalkıyor ve büyülü meselelere, Aristo'nun şfass diye kestiği ve günümüzde de iki ayrı kutupmuş gibi değerlendirilen duygu-mantık ikilisine yönleniyor. Psikobüyü aslında çok derin bir olay, büyü kısmının canlandırdığı imgelerle pek ilgisi yok. Abra kadabralar değil olay, iki kutbu birleştirme çabasıyla ortaya çıkan bir nevi parıltı yakalama olayı. İnanmayanların iyileşemediğini söylüyor Jodorowsky, bedenden ve maddi dünyadan çok daha fazlası olduğunu, hatta bu fazlalığı fazlalık olarak görmemeyi şart koşuyor. Psikanaliz, meditasyon, performans sanatı, hemen her sağaltıcı etkinlikten biraz almış adam, ortaya gayet akla yatkın, kalbe de yatkın bir tedavi şekli çıkarmış. Ne güzel. Genelde korkularla yüzleşme hadisesi üzerinden yürüyor olay. Hacimli bir röportaj bu ilki, enine boyuna anlatıyor Jodorowsky. İkinci röportajda yine psikobüyüyle alakalı temel edimler var, yaratıcılık üzerinde durulmuş bu sefer. Guruluğa doğru bir meyil var, kolayca Osho gibi biri olabilirmiş Jodorowsky ama istemiyor bunu, iktidar ona oldukça uzak, ilişkilerinde üstünlük kaygısıyla hareket etmiyor, son derece özgürlükçü. Zamanında kendisinin de çokça hata yaptığını söylüyor, oğluyla ilgili bir anısı var; anne ve oğul Fransa'ya gidiyorlar, yıllar sonra adam oğlunu görmek istiyor ve annesi oğlanı babasının yanına yolladıktan sonra ölüyor. Oğlanın içinde bir yara olarak kalıyor bu, yapıcı bir psikobüyü tedavisinden sonra oğlan travmasından kurtuluyor ve baba-oğul ilişkisi sağlıklı bir zemine oturuyor nihayet. Böyle pek çok hadise anlatılıyor, Jodorowsky'nin mektuplarla dolu bir defteri var, sonlara doğru birkaç ilginç vakayı aktarıyor. Şöyle şeyler; mesela tacize uğramaktan korkan bir kadın var, yardım istiyor, Jodorowsky kadına mini etek giyip mekanlarda takılmasını söylüyor. Tabii bu kadar basit değil, arada yapması gereken bazı eylemler var. Sonuçta kadın korkusundan kurtuluyor. Jodorowsky bu işi ücretsiz yapıyor, tek isteği iyileşen insanların süreci anlattıkları bir mektup yazmaları. Bu kadar.

Son bölümde Jodorowsky'nin öğrencilerinden birinin yazdığı makale var, hocasını ve psiko-büyünün niteliklerini anlatıyor. En baştan gireyim ben, işaretlediğim bölümlerden gidiyorum. Jodorowsky, ön sözde tıbbı tamamlayıcı bir tedavi biçimi olarak öneriyor psikobüyüyü. İnanç sadece dinlere karşı duyulan bir şey değil, insan birçok şeye inanabilir, neden buna da inanmasın? Dünya mucizelerle doluysa bir tanesine olsun inanabiliriz. Evet. Sonrasında Giles Farcet ile söyleşi faslı geliyor. Farcet, Jodorowsky'nin yaşadığı ortamı ve sihri anlatıyor. "Burası bir şiirsellik pınarı, çok fazla olmalarına rağmen hükmedilmiş bir sürü enerjinin buluştuğu bir alan..." (s. 19) Büyücü diyeceğim bundan sonra Jodorowsky'ye, Büyücü'yle ilgili birkaç anı, birkaç esrarengiz rastlantı arka arkaya sıralanıyor. Büyücü ilk defa karşılaştığı birine en derinlerdeki sırları bir anda söyleyip insanları şaşırtırmış, altıncı hissi çok kuvvetliymiş. Eh, büyüyle ilgili ustalığını ilerletirken takıldığı şifacılardan, otacılardan çok şey kapmış ve çocukluğundan itibaren görülen dünyanın ötesiyle büyümüş biri için normal. "Jodorowsky için bol acılı, Latin Amerika tadında bir bodhisattva diyebiliriz..." (s. 26) Deli bilgeler ırkından gelen, mistik, içsel açıdan zengin, karnaval gibi bir adam Büyücü, helal. Yardımına ilk koşan şiir olmuş, ellili yılların şairleri, şair gibi yaşayanlar -beş şair sayıyor Büyücü, en başta Neruda var- yaşamla mücadele etmede katı gerçekliği kırmak için dayanak olmuşlar. Şiir gibi yaşamak, bunu arkadaşı Lihn'le anlamaya çalışıyorlar. Çizgi muhabbetini anlattım, pek çok performans sergiliyorlar bunun dışında. Altı delik bir valiz, içi bozuk para dolu. Kalabalık bir yerde yürüyorlar, valizden paralar dökülüyor, millet bozuklukları toplarken izdiham oluyor falan. Büyücü Paris'e göçtüğünde Mistik Kabare'yi kurduğu zaman bu performansların üzerine bir şeyler inşa etmeye çalışıyor. Bu süreci detaylarıyla anlatıyor, çok ilgi çekici. Toprağın bile ikide bir, Büyücü'ye göre altı günde bir sallanıp durması ülkeyi yeterince gerçek dışı bir hale getiriyormuş bu arada. Şili deprem kuşağının en babalarından birinde bulunuyor, dağlardan çıkarabiliriz biraz. Zambra'nın da depremli bir metni vardı, neydi onun adı? Neyse, bu performanslar için, "içimizde normalde bastırılmış ya da uyuşturulmuş enerjilerin dışa vurulması" diyor Büyücü, bu performansların yıkıcı değil yapıcı olmasını sağlamaya çalışıyor gençliğinden itibaren. Birkaç kötü sonuç, insanların kışkırtılmasıyla ortaya çıkan facialar ders olmuş Büyücü'ye, yapıcı olmaya başladığı noktada psikobüyü de ortaya çıkmış gibi geliyor bana.

Şiiri tiyatro yapmak için terk ettiğini söylüyor, tiyatro onun için kendini tanımaya yardımcı olan bir araçmış ve tiyatroda "geçici panik" dediği bir gösteri biçimi, tipik anlatının yerine geçmiş onun için. Uzun uzun anlatıyor, geçiyorum buraları. "Happening" dediği bir şey var, anlık şovlar. Örnekleri bir ara çok meşhurdu, AVM'lerde bir anda Kahtalı Mıçe söylemeye başlayan koroları, orkestraları hatırlarsınız. Büyücü bunları altmış yıl önce düşünüyor ve hayata geçiriyor. Meksika'daki panik gruplarında yaptığı şeyler, seyircilerin tepkileri falan çok fantastik. Hayvan bağırsakları, haçlara asılmış iç çamaşırları, bir dünya şey. Piyano yakıyor sahnede mesela. Allen Ginsberg ve Lawrence Ferlinghetti -çok yaşa!- izlemiş bir şovunu, Ferlinghetti o kadar etkilenmiş ki kendi yayınevinin süreli bir yayını için Ayinsel Melodram'ın açıklayıcı, kısa bir özetini isteyip yayımlamış. Süper. "Yaratıcı-oyuncu-seyirci" üçlemesini yaratmaya çalışıyor Büyücü, yarattıkça kendisini ve izleyenlerini sağaltıyor, değiştiriyor ve bambaşka bir dünyayı mümkün kılıyor. Breton'un kendisine verdiği bir kitaptan çok etkilendiğini araya sıkıştırıyor, aslında bu sağaltımın hemen hemen bütün detaylarına değindiğini söyleyebiliriz. Lüsid rüyalanmayla dişil orgazm yaşaması ve bir tanrının kendisine sahip olması dahil. Geldiği noktaya adım adım ulaşmış Büyücü, gerçekliğin son derece oynak bir şey olduğunu anlayarak. Beyindeki birkaç elektrik akımından ibaretiz, aslında var bile değiliz, hangi kitap olduğunu hatırlamıyorum ama böyle bir bölüm vardı. Büyücü bu bilgiye başka bir yoldan, sezgisel bir biçimde ulaşıyor. Anlattığı bazı şeyler, eh, gerçekten inanç gerektiriyor. Dünyanın öbür ucunda olmak istediği bir gün hiç yoktan bir multimilyonerle tanışıyor, onun uçağına atlayıp gidiyor oraya. Gerçekten istersek, yaşamın sihrini yakalarsak mümkünmüş bunlar. Bilemiyorum ama yargılayacak değilim, okurluktan ileri gitmemek gerek.

Proust'un ve Kafka'nın hasta olduklarını düşünüyor Büyücü, bununla bitireyim. Kısır yaratıcılıklarında kısılı kalmışlar ve öteye geçememişler, bu yüzden Proust'u okuyamıyormuş. Tek bir bilinçte hapsolmak, gördüğü şey bu. Yoruma açık. Elden öper. Süper metin.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder