17 Nisan 2019 Çarşamba

Rodrigo Fresán - Kensington Bahçeleri

Yeşim'le pazartesileri dersimiz biter bitmez İstiklal'deki YKY'ye gidiyoruz, ikimizin de okumadığı bir kitabı seçiyoruz, okuyup altınız çizdiğimiz, yıldızladığımız bölümleri karşılaştırıyoruz. Bu kitabı seçene kadar iki kez baştan sona dolaştık mekanı, kapakları birbirimize gösterirken birkaç kitabı raflardan düşürdük, bir kez de çarpıştık, bilanço Kensington Bahçeleri. İkimiz de sakarız, birbirimizi yaralıyoruz ve gülüyoruz. Gerçi bu metni tartışırken pek gülmedik, büyümeme hikâyeleri hep hüzünlü oluyor, Peter Pan bile daha ilk cümlesiyle fantastik bir dünyayı müjdelerken insanın ulaşamayacağı bir noktaya parmak basar; sonsuz bir çocukluk. İmkansız. Eskisi kadar üzülmüyorum, Bernhard'ın çocuklukla ilgili söylediklerini hatırlıyorum, yetişkinlerin çocuklukla ilgili düşünceleri hakkında söylediklerini hatırlıyorum, çocukluğun da kendine ait bir mutsuzluğu olduğunu da hatırlıyorum, böylece tam bir tablo çıkıyor ortaya. Köşede imzamız, geri kalanında iç içe geçmiş duygular ve olaylar bir şeyleri açığa çıkarıyor, gizliyor, sadece sihri gösteriyor. Keşfedilecek bir dünya vardı ve keşfettik, bu kadar. Büyütülecek çocuk zamanın kendisi için bir şey ifade etmediğini anladığı zaman kendisinin aynı kaldığını da görüyor. Büyümek, küçülmek, yaşlanmak, zamanı biçimlemekten öteye gitmiyor, anlamsız biçimler. Şimdiden öteye nasıl gidilir? Bilmiyorum, bu yüzden geleceği merak etmiyorum bir süredir, geçmişi yıkılan bir tabu, put gibi görüyorum. Geçmiş tamamen inşa edilen bir şey, gerçekle uzaktan yakından ilgisi yok. Gerçeğin gerçekle de ilgisi yok, kurma biçimlerine yeterince maruz kaldıktan sonra hazır paketlerden olabildiğince kurtulmak için mücadele etmek gerekiyor, yılların yerleşik inançlarından bir bir kurtulmalıyız. Neyse, bu metnin hikâyesinde de bir kurma biçimi mevcut, son derece afili, sayısız teknikten yararlanıyor ve kayıpların temelinde yükseliyor, kişisel kayıplar. Kaybolan bir insanın yerini dolduramamakla ilgili, travmayla daha çok ilgili. Travmaların yaşı gerçek yaşımız, doğum tarihlerimiz travmalarımızın tarihleri. "Her şey asla büyümemiş bir çocukla başlayıp asla çocuk olmamış bir yetişkinle bitiyor." (s. 13) İki farklı hikâye birbirine paralel ilerliyor, her ikisinde de ölü bir kardeş ve iki yazarın -biri anlatıcı- kaleme aldıkları metinler var. Anlatıcı kendi acılarını J. M. Barrie'nin, Peter Pan'ın yazarının hayatındaki burukluklarla eşliyor. Sadece benzer duygular üzerinden değil, paylaşılan mekanların doğurduğu ortaklık üzerinden de ilerliyoruz. Nereye, hiçbir yere. Yüz yıl boyunca ileri geri giden bir anlatının ulaştığı bir nokta yok, anıların çıkardığı yolculuklar aynı yerde, aynı zamanda bitmeye mahkum. İlk bölümün adı aynı zamanda: Mahkûm. Peter Pan'ın intihar ettiğini söylüyor anlatıcı, metroda raylara atmış kendini. Kadınlar bağırmış, başka kadınlar bağırmış, olayı görmeyenler de bağırmaya başlamış. Calvino'nun Sen "Alo" Demeden Önce'sindeki ilk öykü, bağıran insanlar. Sihirli bir an, tarihe tanıklık eden insanlar, Neverland'e yolculuk. Fresán "iddialı" ve saygıya hayli hayli değer bir dünya kuruyor, metnin herhangi bir noktasında vecizleşmeyen cümlelerle anlatıyı sürdürüyor. Neyse, başlarda yine derleyip toparlamamız gereken bir dünya insan ve olay çıkıyor ortaya, örneğin hakkında "Peter Pan Yayıncılığa Soyunuyor" haberleri çıkan Peter Llewelyn Davies'in intihar ettiğine dair bir haber görüyoruz, Peter Pan'ın ta kendisi, Barrie için. Peter raylara düşerken II. Dünya Savaşı yıllarını hatırlıyor, derin yerlere hayatı kurtulsun diye iniyordu ama şimdi hayatını geride bırakmak için iniyor, kardeşleri gibi, her biri Peter Pan'ın bir parçasını oluşturan kardeşleri gibi. Not defterlerine düştüğü notlara bakarsak ölülerin her şeyden farksız olduğunu düşünmeye başladığını görürüz. Ölüm su içmek gibi, nefes almak gibi bir şey, korkulacak bir durumu yok. Başka notlar, Barrie'nin beş kardeş için anlamı, yaşadıkları çatışmalar, mutluluk zamanları, geçmişin uzak topraklarında ayakların yere değmediği bir yürüyüş. "Peter Llewelyn Davies unutmanın ona ebediyen yasak olduğunu ve olacağını asla unutamıyordu." (s. 18) Kardeşi George'un cephedeki ölümünü ve başka bir manşeti hatırlıyor: "Peter Pan Cephede Öldü" başlığı gözlerinin önünde, bütün yaşamı ve ailesi gözlerinin önünde, raylara düşerken. Annesiyle babası, Arthur ve Sylvia yanında, kardeşleri yanında, ölülerle birlikte alçalıyor, yüzü yere dik hale gelene kadar.

Asıl hikâye değil bu, anlatı zamanının sonlarından bir parça. Barrie'nin hikâyesini anlatmaya başlıyor anlatıcı, Peter Hook. Keiko Kai'ye anlatıyor, okurlar olarak dinliyoruz, Kai'nin kim olduğunaa dair uzzunca bir süre fikrimiz olmayacak.

Epigraftaki bölümlerden birinde yaşam hikâyesini anlatana sonsuz lanet diliyordu Barrie, Hook zaten lanetlendiğini düşündüğü için pek korkmuyor açıkçası, yaşamındaki yükleri bırakabileceği kadar yaşamış durumda, anlatıyor. J. M. Barrie'nin sporcu kardeşi David Barrie ölüyor, gömülüyor. Anne Margaret Ogilvy, en sevdiği evladının ölümünden sonra toparlanamıyor, diğer çocuklarıyla zaten pek ilgilenmiyordu, artık tamamen sisler içinde yaşıyor. Anlamaya fırsat bulamadığını özlemeyeceğini düşünüyor, David'in yer aldığı ne varsa -yaşam, ev, ne olursa- işlenmeyen kodlar haline geliyor Margaret için. Bu sırada J. M. Barrie'ye odaklanıyoruz, sahne onun. 1860'ta İskoçya'da doğuyor ve altı yaşına geliyor, abisinin ölümünden sonra altı yaşında kalıyor. Kitap okumaya, geceleri düşlerinde yolculuğa çıkmaya başlıyor. Kurmacayla gerçeklik arasındaki ilişkiyi irdelemeye başlıyor, büyümekle ilgili takıntılı düşüncelerini de bu dönemde geliştiriyor. Tek bir emri var Margaret'ın, Davudi sesle söylüyor: Büyümeyeceksin. On defa. Annesi tarafından büyümeyen bir çocuk haline getirilen adamımız bir gece okuduğu kitabı kapatıp büyümeyeceğini söylüyor, penceresini açıyor ve gecenin kokusunu içine çekiyor. Peter Pan çoktan doğmuş aslında, kendisine gereken tek şey bütünleşebileceği bir vücut. Yıllar sonra gelecek o da. Kendi çocukluğuna dönüyor bu noktada Hook, iki hikâyeyi birbirine bağlama biçimleri öylesine yaratıcı ki sanki tek bir yaşam sürüyormuş gibi, farklı zamanlardaki tek yaşam. Margaret ve Lady Alexandra Swinton-Menzies arasında büyük bir benzerlik var, ikisi de çocuklarını kaybetmiş ve buğulu bir dünyaya çekilmiş. Tabii Hook'un ailesi çok daha ilginç; The Beatles'ın zamanında müzik yapan, ünlü müzisyenlerle takılan bir anneye ve babaya sahip Hook. Bu aile üzerinden 60'lı yılların müziği ve bu müziğin bayağılaşması meselesi üzerinde çok duruluyor. Hook'un annesiyle babasının grubu zamanında çok ses getirmiş birkaç albüm yapmış ve sonrasında yükselen benzer bir dalganın gerisinde kalarak unutulmuş. The Kinks'le benzerlikler kurabileceğimizi söylüyor Fresán, yanlış olmazmış. The Beatles, geç yıllarında Bob Dylan ve diğerleri davayı satmış, Hook'un babasının düşüncesi. Kardeş Baco öldükten sonra anne puslu bir dünyaya çekiliyor, baba da geçmişi iyice eşelemeye başlıyor ve küçük Hook'la, çocuk sanki bir yetişkinmiş gibi konuşmaya başlıyor. Dönemin siyasi ortamı, müzik endüstrisi, aile, sanat dünyası, hemen her şey hakkında. Travma üzerine bir de babanın ağırlığı çöküyor Hook'un omzuna, o da bir ödünleme yöntemi olarak çocuk kitapları yazmaya başlıyor. Kendi büyümeme yöntemi, Peter Pan'dan esinlenerek. Hook'un kahramanının adı Jim Yang, tarihteki kötü adamların isimlerinden uydurulmuş bir ada sahip kötü adamla kapışıyor, zamanda yolculuk ediyor, biraz Doctor Who havasında. Metin hacimli olduğu için bu çocuk kitaplarına genişçe bir yer ayrılmış, Hook kitaplarında değindiği meseleleri açıp Peter Pan'a ve Barrie'nin yaşamına kusursuz geçişler yapıyor. Gerçekten on numara bir anlatım yöntemi var Fresán'ın, bazı noktalarda "Oha" diye not düştüğüm oldu.

Alwaysland'e yapılan bir yolculukla bitiyor metin, sonu da önceki bölümler gibi oldukça görkemli. Ben aralardan seçtiğim birkaç şeyle bitireyim; Bob Dylan'ın yatağına kustuğunu hatırlıyor Hook, adam çocuktan özür dileyerek çıkmış odadan ama yatak berbat olmuş. Halikarnas Balıkçısı'nın kızı İsmet Hanım'ın bir sabah yatağında çırılçıplak uyuyan Neyzen Tevfik'i bulması gibi, çok gülmüştüm buna, evi ayağa kaldırmış, "Odamda çıplak bir adam var!" diye. Neyse, ortalarda bir yerlerde Hook herkesi bir noktaya topluyor, aslında şimdinin bir metaforu; tek bir mekan ve tek bir zamanda bir yaşamlık veri. Tanıdığı bütün ünlüleri o mekanda görüyor ve hepsini sayıyor, yakından tanıklık ettiği özellikleriyle birlikte. Eric Clapton'ın izlediği kadın ve George Harrison'ın dansı, Jimi Hendrix'in mor sisi, bir dünya şey. Ailelerin mutsuzluklarının da birbirine benzeyebildiğini görüyoruz, hatırlamanın lanetini görüyoruz, en sonunda da unutuşun huzurunu görüyoruz, unutuş ölüm olarak beliriyor.

Müthiş bir metin, ciddi bir şekilde ıskalandığını düşünüyorum, hakkında tek bir haber çıkmamış gibi gözüküyor. Saadet Özen çevirisi. Çok çok iyi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder