Bazı hikâyelerin günlerle ilgisi yok, bazılarıysa doğrudan ilgili. Örneğin Newton'ın doğduğu günde Newton anlatılmış derken hemen ardından Nazım Hikmet'le karşılaşıyoruz. 2009'da vatandaşlığının geri verilmesiyle ilgili bir şey, tabii o bunu görmek için elli yıl daha yaşayamadı. Giderayak'tan bir bölüm paylaşmış Galeano, cuk oturmuş. Bu arada dünyanın büyük bir şairinin dizelerini çevirisiz, dolaysız okumanın ne kadar kıvanç verdiğini anlatamam, çok güzel bir duygu. Var oldun, daha da var ol Nazım Hikmet. Evet, çağlar öncesinin hikâyeleriyle birlikte günümüzün hikâyeleri de paylaşılmış, örneğin şu. Joshua Bell'i izleyemedim ve dinleyemedim, Zonguldak'ta yaşıyordum o sırada, bir dahaki gelişinde iki elim kanda olsa giderim. Dredg ve Blonde Redhead de aynı sebepten kaçtı. Dredg dağıldı üstelik, şansıma tüküreyim ya. Neyse, Bell metroda çalıyor ve insanlar gitmeleri gereken yerlere gidiyorlar, çok azı durup dinliyor. Washington Post ayarlamış bu metro olayını. "Güzellik için bir dakikanız var mı?" Pek yok, Tanrı'yı kurşunlamak için mahkeme düzenleyecek şevke sahip insanlar var onun yerine. Lunaçarski 1918'de devrimci coşkunun etkisiyle sanık sandalyesine İncil'i oturtuyor, İncil suçlu bulunuyor ve şfak vakti beş mitralyöz mermilerini gökyüzüne doğru boşaltıyor. Güneşe sıkan Adanalılarla bu arkadaşlar arasında bir bağ var.
Genellikle büyük insanların hemen ardından küçük ama dev insanlar geliyor, sırayla. Peygamberlerin ardından ismini hiç bilmediğimiz, adalet duygusuyla hareket edip katledilen insanların hikâyeleri anlatılıyor. James Watt'ın geliştirdiği buhar makinesinin dünyayı makineleştirmesi, köylüleri işçiye çevirmesinden hemen önce kutsal su meselesi var, Kutsal Engizisyon İspanya'da yıkanan insanlara Müslümanlık günahı işlemiş gözüyle bakarmış, kir Tanrı'dan geldiği için sökülüp atılmamalıymış falan, öyle bir hikâye var. Sonrasında Güegüence geliyor, Nikaragua'da sokak tiyatrosunun babası. "Kazanamayacaksan berabere bitir. Berabere bitiremiyorsan karışıklık çıkar" sözü ona aitmiş, iş yapıyor açıkçası. En son KHK felaketzedelerini insandan saymayacaklar diye korkuyorum, bizden yakın bir örnek. Bu saçma sapanlık içinde gerçek diye bellediğimiz şeye nafile tutunmaya çalışıyoruz ya, ironinin büyük bir parçası gibi geliyor bana. Ne aptallık. Kendiliğinden güzele sarılıyorum, başka hiçbir şeye inanamıyorum. Yeşim'i seviyorum, müzik mesela. Atahualpa Yupanqui'yi tanıştırdı Galeano, 31 Ocak'ta. "Hayatta üç kişi oldular: gitarı, atı ve o. Ya da, rüzgârı da sayarsak, dört." (s. 41) Şu şarkının güzelliği, bundan başka ne tür bir gerçek var, bilmiyorum. Şubat'a yeni gelebildik bu arada, atladığım sayısız hikâyenin önünde de sayısız hikâye var ama sadece işaretlediklerimi anlatıyorum. Violeta Parra'nın yaşamı. Yeni Şarkı'nın arkasındaki isimlerden biri, aşk acısı yüzünden gitarındaki deliğin bir eşini kendi vücudunda açıyor. Gitarla birbirlerini çağırıyorlar, yıllar boyunca ama gitarın son çağrısına cevap vermiyor Parra, başka bir gitara dönüşüyor. Çok hüzünlü.
Son bir şey, benim ben olduğuma dair. Karl ve Gudrun Lenkersdorf Almanya doğumlu iki profesör. 1973'te Meksika'ya gidiyorlar, Maya dünyasında bir Tojolabal kabilesine kendilerini takdim edip "öğrenmeye geldiklerini" söylüyorlar. Yerliler susuyorlar, sessizliğin sebebini içlerinden biri açıklıyor: "Biri bize bunu ilk kez söylüyor." İki adam orada yıllarca kalıyorlar, öğreniyorlar. Selamlaşmayı öğreniyorlar önce: "Ben diğer bir senim." "Sen diğer bir bensin." Sonlarda bir hikâye daha var, Attâr'dan alıntı. Kapı çalıyor, kimin geldiği soruluyor, gelen, "Benim," diyor, kapı açılmıyor. "Senin kim olduğunu tanımıyorum." Aynı şey tekrarlanıyor, kapı kapalı. Üçüncü kez, gelen, "Ben senim," diyor ve kapı açılıyor. Dün pek bir şey okumadım, özellikle bu iki hikâyeyi düşündüm.
İnsanlığın binlerce yılından, Lucy'den Bell'e 365 hikâye. Galeano'nun şahane bir konuşmasıyla bitiriyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder