23 Nisan 2019 Salı

Michel Onfray - Filozofların Karnı

Filozofların yedikleri, içtikleri üzerinden felsefe devşirme çabası ilginç sonuçlar vermiş, yürümekle ilgili bir şeyler de yazmış olan Onfray bir tema etrafında düşünce dünyasına eğilme işini iyi yapıyor. Epigraf Ecce Homo'dan, Nietzsche'ye göre insanlığın selameti için Tanrıbilimci antikalıkların hepsinden daha önemli olan şey beslenme sorunuymuş. Vücudun girdisinin çıktısının hesabı bir açıdan, bunun içinde kültürel farkların etkisi, düşünürlerin yaşadıkları coğrafyaların sunduğu besinlerin niteliksel ayrımı düşünme biçimlerini de etkiliyor, Onfray sofralarla düşünceler arasında bağlantı kurmaya çalışıyor. "Diyetetik" diyor buna, yediğimiz şeyden ibaretsek o zaman sofraya gelen kanlı etlerden, masada ete yer bırakmayan çeşit çeşit yeşillikten okunabilecek bir şeyler var. Yazar bu okumayı yapıyor işte, metinlerde kafa patlatılan meselelerin beslenme alışkanlıklarıyla ilgili olduğunu gösteriyor ama pek derinleştirmeden yapıyor bunu, birkaç örnek üzerinden gidip genel bir yargıya varmadan durumu ortaya koyuyor. Yirmi sekiz yaşındayken kalp krizi geçirmesinin etkisi var bunda, hatta, "jandarma kılıklı kadın" dediği diyetisyenine hazcılık dersi vermeyi amaçladığını söylüyor bu metinle. Öncesinde maşallah bir sağlam yemiş, kalbi alkol ve tereyağı havuzunda yüzer hale gelmiş beyefendinin. Hemen House M.D.'ye gidiyor kafam, bir bölümünde aşırı kiloları yüzünden ölmek üzere olan bir adamı kurtarmaya çalışıyorlardı. Adam hazcılığını sonuna kadar yaşamak istediğini, istediği kadar yemeye devam edeceğini söylüyordu, bizimkilerin eli kolu bağlanıyordu falan. Onfray de benzer bir hikâye anlatıyor; gençliği pek de iyi şartlarda geçmemiş ve yatılı okulla birlikte içmeye başlamış, sonrasında para kazanmaya başlayınca da yemeye. İnsanın kıtlıktan çıkar gibi yediği bir dönem oluyor, ben de Zonguldak'a ilk gittiğimde hayvan gibi yemeye başlamıştım. Okuldan çıkıyordum, akşama dizilerim hazırdı, cipslerle tatlılara maaşı önemli derecede sarsacak bir meblağ ayırıp evde keyif yapıyordum. Tam hayvanlık. Evime gidene kadar beş dakika yokuş çıkmam gerekiyordu, o yokuşla yediğim fazlalıkları attığımı düşünüyordum falan, haha. Bok. 125 kiloyu gördüm öyle, 75'e düşene kadar imanım gevredi sonra. Şu an imansızım ama bu meseleyle ilgisi yok, çok daha önceden oldu bu. Neyse, "Otuzbirci, osuruklu ve yamyam Diogenes" ile başlıyoruz. Ben bu Diogenes ve şürekasını pek severim, Köpeklerin Bilgeliği nam metinde kendilerine dair pek müthiş şeylere rastlayabilirsiniz. Sokratik dünyanın kılçıkları, canlarım benim. Kinik beslenme nihilizminden gelecekçi mutfak devrimine kadar pek çok yol çıkıyor karşımıza, ilki bu kinik biraderlerin kursaklarından içeri tıktıkları besinler. Araya diğer filozofları da sıkıştırıyor Onfray, Descartes'ın yiyip içtiklerinden ve fikirlerinden yola çıkarak bol miktarda şarabın, kadının ve düellonun varlığından bahsediyor. Spinoza tereyağıyla hazırlanmış bir çorba ve bir testi bira ile geçirirmiş gününü, makineyi işler tutmak için makine gibi beslenmesi ve hatasız, makinemsi bir düşünce temeli oluşturması gerekiyormuş. Becermiş bunu. Gerçi bunu böyle söylemek doğru değil, bir bütün halinde ortaya çıkıyor bu yaşamlar, biz sadece beslenme noktasına odaklanıyoruz bir tek. Diyetetiğin paganizmin önemli bir koşulu olduğu söyleniyor. "Yiyecek, besin Tanrısız -ve tanrılarsız- bir yaşama sanatının maddeci ilkeleri haline gelir." (s. 25) Beslenme işi kendilik estetiğinin bir parçası olarak görülebilir, bunu en son Nietzsche'nin düşündüğünü söylüyor Onfray. Foucault'nun bunu bir öznellik sanatı haline getirdiğini söyleyerek de bitiriyor, şimdi kinikler. "Bizim iflah olmaz melankoli çağlarımız, olası tüm yanılsamalara kapılır oysa. Diogenes'in kinik estetiği, aydınlık istenci olarak bu karanlıkçı sapmanın panzehiridir." (s. 29) Diogenes bir fıçıda -amforaymış aslında, fıçı Galya icadıymış- yaşıyor ve pişmiş aşa işiyor açıkçası, Prometheus'u ve ateşi reddediyor, uygarlık göstergesi bunlar. Çiğ et yiyor, siyasal-dinsel koşullardan kaçabilmek için hayvanların beslenme düzeyine inmeye çalışıyor. Diogenes Laertios'un dediğine göre -güvenilirliği pek yüksek olmayan bir derleyici bu adam- insan eti yemeyi de uygun bulur Diogenes, nihilist bir toplumsal bakış açısına göre gayet makul bir istenç ama birçok anekdot onun zeytin ve yabani meyvelere insan budundan daha düşkün olduğunu gösteriyormuş. Toplayıcıymış kendisi, ne bulursa yiyor ve pınarlardan su içiyor. Hatta onun muydu şu kap hikâyesi, hiçbir şeye sahip olmamak isteyen birine su kabının ne iş olduğunu soruyor da adam kabı kırıyor falan, böyle bir şey vardı. İşin hazcı boyutuna bakarsak Diogenes yazdığı bir mektupta yediği onca şeyi bedenini eğitmek için değil, zevk aracı olarak gördüğü için yediğini söylüyor. Toplumun yerleşik kurallarına gülen bir adamın kalabalık bir yerde otuzbir çekmesini de garipsememeliyiz, ölümü için anlatılan ilginç senaryolarda da yine aşırılıklar var, namına değer bir şekilde ölmüş adam. Canım benim.

Rousseau'ya geliyoruz. "Filozofun, modernliği ve kendi çağını eleştirme saplantısına sahip olduğu, buna bağlı olarak da ancak mitik denebilecek, doğaya uygun yaşama yatkın olduğu bilinir." (s. 39) Doğanın bizi bilimden korumak istediğini düşünen Rousseau göçebelik ve yerleşiklik, doğanın doğası gibi konularda birtakım ileri geri düşünceleri üretirken yemeyi bilmemiz gerektiğini söylüyor. Basit ve kırsal ürünler tüketmeliyiz, en azından son derece az hazırlık gerektiren besinler bulmalıyız. Voltaire mantarlı hindi diyor, güvercin palazı eti diyor, Rousseau da süt ürünleri ve sebze diyor. Bu garip yemekleri merak ediyorum ben ya, örneğin portakallı ördek kuşkonmazı. Kuchko peynirli bizon muzu küşlemesi falan var ya, bu tür şeyler. İnsanlar neler yiyor ya(v). Rousseau davetlerin nasıl olması gerektiğine kadar kafa yormuş, herkes herkese hizmet edecek, herkes kardeş olacak. İtiraflar'da söyledikleri alınmış, bir köy ekmeği kadar güzel bir ikram düşünemiyormuş falan. Bu arada filozofların metinlerinden parçalar kırpılmış ve aralara serpiştirilmiş, diyetetik böyle oluşturuluyor. Beslenme tipinin insanın bir anlamda kaderi olduğunu söylüyor Rousseau, fazlasıyla ot ve sebze yedikleri için İtalyanların kadınsı olduğunu, ete gömüldükleri için İngilizlerin sert ve barbar olduğunu, esnek ve değişken Fransızların her türlü besini tükettiğini söylüyor. Yoğurdu övüyor, karma yemeklere karşı olduğunu belirtiyor, etin tadının insanın doğasına uygun olmadığını iddia ediyor, canilerin kan içtiğinden ve çiğ et yediğinden bahsediyor falan, Rousseau'nun beslenme kuramı oldukça kapsamlı. Spartalılara özgü olduğunu söylüyor Onfray, vazgeçişin, çilenin ve manastır kurallarının kuramı bu.

Kant. "Immanuel Kant, otuzu geçtiği bir dönemde, öteden beri müdavimi olduğu kahvehanelerden birinde o kadar çok içki içti ki dönüşte Königsberg, Magistergasse'deki evinin yolunu bulamadı." (s. 53) Her akşam bilardo ve kağıt oynayıp öğlenleri şarap içer, öğle yemeklerine dostlarını çağırır ve bu yemekler akşam saatlerine kadar uzar, çağıracak birilerini bulamayınca hizmetçilerine yoldan geçen birini yakalayıp sofraya oturtmalarını söyler. Asla bira içmez, biranın etkisini ağır ağır gösteren öldürücü bir zehir olduğunu düşünür. Basurun ölümüne yol açtığı düşünülüyor, sağlam yiyor Kant, aşkınlığı sofrasında görmekten hoşlanıyor. Tat alma deneyiminin tek başınalık ve öznellik taşıdığını düşünüyor, Gerçek, Doğru ya da Güzel için evrenselleştirilebilir yargıya izin veren duyuları yeğliyor ki tat alma bunların başında geliyor. Metinlerinde sanata pek yer vermediği söyleniyor, resimlere veya müziğe pek yer yok. Müzik sadece duyguları ifade ettiği için sallamazmış pek. "Sağır filozoflardan kendimizi sakınalım," diyor Onfray, hay yaşa. Kantçı sarhoşluktan girdiği bölümde metinlerden ve Königsberg sokaklarındaki yürüyüşlerden diyetetiği ortaya koyuyor; gözlem kendi bilgilerini tamamlamasını sağlıyor, bu yüzden saf ve pratik aklın doğrularının kendiliğinden, doğal bir bireşimden doğacağını düşündürüyor. Aşırılığa karşı çıkıyor, hazdan entelektüel ölçülere uygun biçimde yararlanmak için canavar gibi yememek ve içmemek gerektiğini söylüyor. Alkol de uyuşturucu gibi kendine hakim olmayı engellediği için Kant'ın "bağışlayıcılığı elden bırakmaksızın" incelediği bir mesele haline geliyor. Sonrasında yeme alışkanlıkları geliyor, Kant'ın midesinden çok çektiğini öğreniyoruz. "Onun yaşamöyküsünü kaleme alanların sadakat ve titizliği o derecede ki Kant'ın kabızlığı hakkındaki ayrıntıları bile biliyoruz. Freudcular buna sevinirlerdi: Kantçı etiğin oluşmasında büzük ve büzüğün rolü." (s. 62)

Marinetti'nin fütürist kurguları bu incelemenin en matrak ve okunası parçası ama girmiyorum oraya, hatta burada bırakıyorum, kalanlar: Fourier, Nietzsche, Marinetti ve Sartre. Sartre'ın deniz ürünlerinden duyduğu tiksintinin izlerini romanlarında ve diğer metinlerinde aramanın sonucu da kapsamlı bir bölüm çıkarmış ortaya, Simone de Beauvoir'nın Sartre hakkında söyledikleriyle birleşince ilginç bir Sartre portresi çıkıyor ortaya. Kısacası bu metin iyi, geçen yaz D&R'larda -yanlış hatırlamıyorsam- 5 TL'ye satılıyordu. Hatta aldığım günü çok iyi hatırlıyorum, bisiklete atlayıp önce sahilden Cevizli'ye kadar gidip sonra Maltepe Park'a çıkmıştım, Can'ın kelepire düşürdüğü kitaplardan iki koca torbayı doldurup gidonun iki yanına asarak eve dönmüştüm. Çok eğlenceliydi, yorgunluktan gebermiştim ama güneşin batışını falan izlemiştim, güzeldi. Bu yazın kelepirlerini merak ediyorum, yine çıkarım sefere. Genelde aynı ama başka AVM'lerde başka kitaplar olabiliyor, tek bir yere bakmamak lazım. Bir yerde biten kitap başka bir yerde oluyor falan. Üç beş yer gezmek lazım. Evet.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder