15 Nisan 2019 Pazartesi

Elvis Peeters - Herhangi Bir Gün

Bir günü ve bir ömrü içeren metinlerden biri. Epiraf Alıklar Birliği'nden, günün salı veya çarşamba olmasına dair bir şey. Fark etmiyor, cuma da olabilirdi. Uyanma anının ayrıntısı da güzel, çatlaktan giren ışık huzmesinin düştüğü nokta sabahın hangi zamanı olduğunu söylüyor. Evse burası, çatlaklarla dolu eski bir ev. Yıkıntıysa zaten yıkıntı, herhangi bir yer olabilir ama hemen sonrasında çatı katında kiremitlerin altında uyuduğunu söylüyor anlatıcı, her taraf küf kokuyor ve çatıdan samanlar sarkıyor, yıllar önce konmuş samanlar. Bir süredir çürüyen adamın biri var elimizde, anlatıcı rolünü bazen üstleniyor, bazen üstlenmiyor. Belki bir fügün içinde, depersonalizasyondan mustarip, kendini bir başkası olarak görüyor olabilir, bilemiyoruz. Adım adım ilerliyoruz, dünya kendini açıyor. Güvercin geliyor her zamanki gibi, saati kesinleştiriyor. Adam kalkıyor, koltuğunun yanında annesinden kalan emaye bir lazımlık var. İçinde çamaşır suyu, lazımlığın kapağı açıldığında odayı dezenfekte ediyor. Günün geri kalanında rutinlerini gerçekleştirecek, taze çimen toplayacak ve ayaklarını yıkayacak, çok işi var. Yaşlı bir adamın hatırlamaktan başka işi yok aslında, geçmişini her gün baştan kuruyor ve bu kez, bu gün kişisel tarihe biz de şahidiz. Pek bir şey bildiğimiz yok; bir abinin lafı geçiyor, Kongo'da konuşulan lehçelerden haberdar oluyoruz falan, hikâyenin kurulmasını sabırsızlıkla bekler hale geliyoruz. En azından neyle karşılaşacağımızı sezmemiz için gerekli bilgi veriliyor: "Kafasının içinde düşünceler, hayaller, tereddütler, küçük planlar bir değirmen gibi dönüp duruyordu, yetmiş altı yıllık düzensiz, darmadağınık, kontrol edilemeyen bir arşiv gibiydi, düşüncelerini sonlandırmadan yerinden kalktı." (s. 12) Parçalı bir geçmiş var, kronolojik sırayla anlatılmayacağından dikkatle takip etmeliyiz. Günlük işler devam ediyor bu sırada, terlikler ayağa geçirilince güven duygusu geliyor, takma dişler takılıyor, çoraplar giyiliyor, Simone hatırlanıyor. Simone huzurevine gittikten altı ay sonrasına kadar uyuduğu çift kişilik yatağın bulunduğu odaya giriyor ve yaşamının bir bölümünü daha açıyor adam, Simone günün birinde ölene kadar adamı yavaş yavaş unutuyor, sevgi hafızanın büyüyen boşluğunda yitip gidiyor ve kabuk işte, kabuk ölüyor en sonunda. Zamanında yaşanmış onca tutkudan geriye çift kişilik bir yatak kalıyor, oda havalandırıldığı için küf kokmuyor. Adamın mutlulukla hatırladığı nadir zamanlardan birini oda olarak görebiliyoruz. Sonrasında adam donunu giyiyor ve sosyal hizmetlerden gelen kızı beklemeye başlıyor. Kızın neden geldiğini söyleyemiyoruz, yaşlı bakımı için olduğunu düşünebiliriz. Muhtemelen yanlış bir kanıya vardığımız için. Yanıltmaca aslında, Peeters anı parçalarını vererek okuru her anlama gelebilecek eylemlerle karşılaştırıyor ve kurmacanın sürpriz unsurunu güçlendiriyor. Örneğin Kongo'dan dönüş anına zıplıyoruz hemen, adamı karşılayanlar arasında annesi, abisi, teyzesi ve eniştesi karşılıyor. Baba öldüğü zaman annesi adama haber vermiş ama adam cenaze için dönmemiş, bu iş için senelerce geç kaldığını söylüyor. İyi bir oğul değil, adam hakkındaki olumsuz izlenimimiz yavaş yavaş kuvvetleniyor.

Kahve, sigara. Her eylem detaylı bir şekilde anlatılıyor, adam törensel davranışlarla yaşıyor. Elinde bir tek bu kaldığı için. Daha fazla geçmiş: Simone ve ondan önce Erna ile Afrika Müzesi gezisi. Afrika'daki yaşamının neye benzediğini görmeleri için. Kongo dönemi kapanalı yıllar geçtiyse de sancısı olduğu gibi duruyor. "Brüksel'in bulunduğum bu noktasında güzel havalarda dışarıda gezinerek, yağmurlu havada içerde oturup yağmuru seyredip ciğerlerimi dumanla doldurarak Kongo'da yaptıklarımı herhangi bir şekilde değiştiremem." (s. 24) Kolonyal meselelerin başlangıç noktası. Belçika'nın kıtaya saldığı vahşeti biliyoruz, adamlar iyice sömürdükten sonra içini iyice karıştırdıkları ülkeleri kendi kaderlerine terk ediyor, hatta "insan bahçesi" oluşturuyorlar 1960'larda, tam bir insanlık suçu. Afrika'dan getirdikleri siyahileri kafeslerde sergiliyorlar falan, rezillik. Neyse, adam özel olan her şeyi yaşadığını, o gün özel bir şey olmadığını düşünüyor. Yetmiş altı yaşının getireceği herhangi bir sürpriz, heyecan verici bir olay yok. Market alışverişi sırasında tır şoförlüğü yaptığını da öğreniyoruz, aslında yaşamı Kongo'dan önce ve sonra diye ikiye ayrılabilir. Gündelik gizemleri sona bırakacağım ve geçmişini anlatacağım ama bu ikisi iç içe geçmiş bir şekilde kurgulanmış, başlarda verilen bir detayın açıklamasını metnin sonunda bulabiliyoruz mesela. Öncelikle şu itiraf önemli: "Her defasında yeniden başlamak için huzur ve enerji topladım, gerçekten hiçbir şey için cezalandırılmadım." (s. 27) Adamımız gençliğinde arkadaşlarıyla bir kıza tecavüz ediyor ve Afrika'ya, teyzesiyle eniştesinin kahve plantasyonuna gönderiliyor. Yerlilerle sıradan ilişkiler kuruyor ve yediği haltlardan sonra akrabalarının yanından ayrılıp başka şehirlere, başka maceralara sürükleniyor. Araba yarışçısı bir adamın arabasının bakımını yapıyor, abisinin çiftliğinde öğrendiği bir şey bu bakım olayı. Adamı tokatlıyor bir güzel, aslında tokatlayabileceği herkesi tokatlayıp arazi olmakta üstüne yok. Yanında çalıştığı bir adamdan uçak kullanmayı öğreniyor, pilotluk da cepte. Tabii iç savaşlar gırla, topraklar bölünüyor ve birleşiyor, adam "yeni" bir ülkenin hava ordusunu kurmak için görevlendiriliyor ve yanındaki Avrupalılarla yerleşimleri havaya uçuruyor, insanları öldürüyor. Bir kiliseyi basıyorlar, yaşananlar yine insanlık dışı şeyler, detaylara girmiyorum. Bir rahibin penisinin kesilmesi ve rahibelere tecavüz edilmesi falan, bir sürü leş iş. BM'ye karşı da savaşıyorlar ama en sonunda adam yakalanıyor, hapse atılıyor, hapisten çıkınca yallah memlekete. Metnin başındaki aileyle karşılaşma sahnesine ulaşıyoruz, sonrasında tır şoförlüğü günleri geliyor. Abisi mülayim bir insan, kardeşinin dolandırıcılık işlerine ses çıkarmıyor, sabun tozu dalaveresinde az daha yakalansa da belki korkusundan, belki her şeye rağmen kardeş sevgisinin sürmesinden adamı ele vermiyor falan, adam ailesini de yakacaktı az kalsın. Bu arada yaşamına iki kadın giriyor adamın, Erna ve Simone. Erna fahişe ama fahişeliği bırakıyor, kanserden ölüyor. Adam Erna'nın soğuyan bedenine saatlerce sarılıp kalıyor, ortalığı bok kokusu kaplayana kadar. Koku ve kadın hatıralara dönüşüyor, Simone da alzheimer yüzünden huzurevine kapatılıyor, orada ölüyor. Bu kadınları sevdiğini ve her şey gibi sevginin de geçici olduğunu düşünüyor adam, herhangi bir şeye bağlanmıyor, günün doğal akışı gibi etrafında insanlar, mekanlar, yaşam akıp gidiyor.

Gündelik yaşamın ayrıntılarında geçmişin parçalarını buluyoruz; bir lazımlık, bir sigara, pencereden görülen manzara, her şey geçmişle yüklü. Ağırlık duyumsanıyor, adamın omuzları çökmüşse de yaşamak için gücü var, gücü bitene kadar mücadeleye devam ediyor. Sosyal hizmetlerden gelen kadının adamı evden çıkarmak için uğraştığını öğreniyoruz, civardaki evler yıkılacak ve yeni yapılar inşa edilecek, ev sahipleri onay vermiş ama bir tek bizimki diretmiş, hâlâ diretiyor. Kadın adamı bir türlü ikna edemiyor, durmadan gelip gidiyor ama başarılı olacak gibi gözükmüyor. Adam "biraz" sorumsuz, kendini düşünmekten başka ciddi bir işi yok. Geçmişten bir olay mesela; tır şoförlüğüne başladığı zamanlarda bir tünele giriyor ve arabaların kendisine neden korna çaldığını bir türlü anlamıyor. En sonunda polislerce durdurulduğunda aracın yüksekliğini pek umursamadığından ötürü tırın tünel lambalarını bir bir patlattığını, arkasındaki yolun kapkaranlık olduğunu görüyor. Gazetelere çıkmasının heyecanı dışında bu olayın bir etkisi yok. Sıçramalar sırasında öğreniyoruz bunları, kendisi de zamanın sadece oradan oraya yolculuk edilecek bir araç olduğunu söylüyor bir yerde. Bu kadar. Gün geçiyor, gece oluyor, uykunun önünde hiçbir engel kalmıyor ve adam uykuya dalıyor. Son.

Alef'in bastığı metinler şimdiye kadar çok hoşuma gitti, bir süre sadece Alef okuyacağım sanırım. Tavsiye ederim. Yüz Kitap da yeni bir metin bastı, onu da kaçırmayın. Böyle yayınevlerini destekleyelim, bastıkları şeyleri okuyalım. İyi işler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder