Minos'u, Daidalos'u, Pasiphae'yi bilmeden labirentin önemi anlaşılamaz. Dil kendi metaforlarını üreterek anlamca genişlediği için isimlere de dikkat etmek gerekiyor. Labirent -Labyrinthos, iki ağızlı balta anlamına gelen "labrys"ten türediği düşünülüyor- inşa edilirken Borges'e, Eco'ya kadar, hatta ötesine uzanacak çağrışımsal bir yapı da inşa ediliyordu. Neyse, klasik hikâyeye göre Minos, tahta çıkışının alametini görmek ister, Poseidon kesilmek üzere kar beyazı bir boğayı Minos'a yollar, Minos boğaya kıyamayıp başka bir boğa keser, cesarete bak, Poseidon köfteyi tabii ki çakar ve Minos'un kraliçesi Pasiphae'yi boğaya aşık eder. Pasiphae, Daidalos'tan bir inek heykeli yapmasını ister, böylece heykelin içine girip boğayla çiftleşir. Gebe kalır, doğurur, Minotauros yarı insan yarı boğa olarak hikâyeye girer. Minos, Daidalos'a bir labirent yaptırır ve Minotauros'u labirente koyar. Bu sırada Aigeus savaş vergisi olarak yedi Atinalı delikanlıyı ve yedi kızı Girit'e gönderir, oğlu Theseus da Minotauros'la savaşmak için Girit'e gelir, Pasiphae'nin kızı Ariadne'nin kalbini çalar, labirente girerek Minotauros'u öldürür ve Ariadne'nin kendisine verdiği iplikleri kullanarak labirentten çıkış yolunu bulur. Kabaca böyle. Birkaç ilginç nokta var, Gospodinov Bomonti'deki konuşmasında Minotauros'un bir çocuk olduğundan bahsetmişti, küçük bir çocuk, öldürülmesi son derece zalimce. Hüznün Fiziği'nde labirenti ve boğa gibi çocuğu farklı biçimlerde görüyorduk, anlam Bulgaristan'ın kapalı toplumuna ve hüzünle büyüyen bir çocuğa doğru genişletiliyordu. Pelevin başka bir biçimde deniyor bunu, Dehşet Miğferi denen bir zamazingonun algılara dayalı bilgi felsefesinin somuttan soyuta geçip durması niteliğini ele alarak karmaşık ve sembolik bir labirent yaratıyor başta, sonrasında karakterlerin konuşmaları üzerinden bireysel labirentleri ortaya çıkarıyor, Theseus'u ve Minotauros'u karakterlerin arasına sokup tepkiler üzerinden mitin boyutlarını büyütüyor. Çevirmen Dilek Şendil'in yazdığı giriş metni mevzuya güzel bir başlangıç noktası sağlıyor, sonrasında bazı çeviri tercihlerine dair açıklamalar geliyor, sonra da kaosa bodoslamadan dalıyoruz.
Metinde yedi üye var, bir forumda hapsolmuş durumdalar ve birbirlerinden başka konuşacak kimseleri yok. Forumda hapsoldukları gibi gerçekliklerinde de hapsedilmiş durumdalar; her bir bir odada, iki kapılı küçücük alanlarda bulunuyorlar, bilgisayarlarından başka bir şeyleri yok ellerinde. Oraya nasıl geldiklerini bilmiyorlar, her biri benzer soruları soruyor ve tatmin edici bir cevap çıkmıyor ortaya. Organisma(-:, Romeo-y-Cohiba, Ariadne -forumu başlatan kişi-, Nutscracker, Monstradamus, IsoldA, UCUBI 666. Simgeledikleri şeyler çevirmen tarafından birazcık aktarılmış, her birinin bir işlevi olduğunu ve hep beraber labirentin bir parçası olduklarını düşünebiliriz. Tanışma evresinde neler döndüğünü bulmaya çalışıyorlar tabii, Ariadne içinde kaybolacağı ve onu bulmaya çalışanların da kaybolacağı bir labirent yapmaya dair sözü kimin söylediğini aramaya başlar başlamaz insanları belirsiz bir zamanda, belirsiz yerlerde bir araya getirmiş oluyor. İsimler, meslekler, cinsiyetler, kişisel her tür bilgi xxx'leniyor, kimlikler son derece gizli. Nerede olduklarını anlamaya çalışırlarken biri aynı otelde olabileceklerini söylüyor, duvarlara vurmalarını öneriyor. Birbirlerini duyamıyorlar, otel odası atmosferinde geçici bir misafirlikleri olabileceğini kimse düşünmüyor. O noktaya gelmeleriyle ilgili hikâyelerini, rüyalarını anlatmaya başlıyorlar ve her biri kendi sembolik çıkmazını ortaya koyuyor. Ariadne'nin cüceli ve Asterisk'li -tapınılması herkesin hayrına olacak bir tanrı- rüyasının her şeyi başlattığı anlaşılıyor falan, yaşananların tanrıyla ve yaşamlarıyla ilgisini çözmeye çalışıyorlar. Kapılardan biri odaya açılırken diğerinin özel bir anlam taşıyan bir mekana açıldığını görüyoruz; katedrale, sokağa, neresiyse oraya. Bu sırada mangalardan internete kadar pek çok konuda geyik çevriliyor, mesele iyice derinleşiyor. İnternetle ilişkilerinin Antik Yunan'la ilişkileri kadar uzak, mesafeli olduğunu düşünüyorlar, internet bir ağ olduğuna göre ağı ören bir örümceğin de olması gerektiğini düşünüyorlar, kendilerini gözleyeni merak ediyorlar, bu yüzden moderatöre sesleniyorlar sık sık. Miğfer metnin ortalarına doğru beliriyor; geçmişi ve geleceği taşıyan, kendi parçasının içinde bir bütün olarak bekleyen ve bütünlüğünü parçalarının birleşimiyle aşan bir nesne, umudun ve hüznün kaynağı, bütün zamanların ve insana dair soyut düşünceyle dünyaya dair somut düşüncenin birleştiği, birbirine dönüştüğü mekansal bir obje. İçerisini ve dışarısını bir arada tutuyor, her şey ondan doğuyor ve onda bitiyor. Tao benzeri bir nane. Hemholtz'un özgür irade ve kaderle ilgili fikirleri de yer buluyor bu mevzuyla birlikte, zorlayıcı yönlendirme ve özgürlük konusunda birtakım atıp tutmalarda bulunuluyor. Bu miğfer olayı metnin merkezini oluşturuyor, karakterler miğferi ve miğferin temsil ettikleri üzerinden fikir yürütüyor, kendilerine özgü mekanlara açılan kapıların ardında gördüklerinden, öğrendiklerinden şifreler çözüyorlar, beyin fırtınasıyla mekandan kurtulmaya çalışıyorlar. Mekanın, labirentin doğası üzerine düşündükleri zaman aslında yaşamın labirentten ibaret olduğunu anlıyorlar, bir dünya iş.
Theseus ve Minotauros çıkıyor ortaya, sonlara doğru. Baş aktörleri buluyorlar, Miğfer'in içinde olduklarını anlıyorlar. Aslında bütün zamanların içindeler, bir açıdan zamandan soyutlanmış durumdalar ve mekanın simgeler aracılığıyla yaratıldığı bir var oluş halindeler. Hepsi aynı cümleleri kuruyor bir süre sonra, kişilikleri de ayrılmaz bir bütün olmaya doğru ilerlerken sanki tekilliğin içinde sıkışmış bir hale geçiyorlar. Kurtuluyorlar nihayetinde ama neyden, var oluşlarının doğasını anladıkları için kurtulacak bir şey olmadığını düşünüyorlar bana göre, sonlarda.
Güzel, ALFA'nın mitoloji serisi çok iyi. Merkez Kitaplar ne bastıysa bassalar keşke, bu seride olduğu gibi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder