Önsözle birlikte yedi bölüm. İlkinde can sıkıntısının çocukça bir duygu olup olmadığı, ne anlama geldiği, gerekli olup olmadığı tartışılıyor. Nörolojik gelişmeler de ışığında baktığımız zaman beynin bölgelerinin birbiriyle bağlantıyı kesmesi durumu oluyormuş sıkıntı, başka bölgelerde başka hareketler gerçekleşiyormuş o zaman. Gündüşleri bu sırada ortaya çıkıyor galiba, hepsine minnettarım, bilmediğim yollar beliriyor böylece, yürümeyi severim zaten, elime direksiyon daha geçen sene değdi. Gidon değecek bundan sonra, motora bağlı. Bağlantılar kesildi dedim, sonra başka yerler çalıştı, duyguların birbirine karıştığı akmaz bir andan kurtulduk o sıra, Toohey'nin arkadaşı David Londey'ye göre bütün bu karışımın toplamına can sıkıntısı deniyormuş, aslında modası geçmiş bir terim olabilirmiş bu, "birbirinden bağımsız rahatsızlıklar kümesini maskeleyen bir terim" olabilirmiş. Olur. İki can sıkıntısı şeklinden bahsediyor Toohey, biri önceden kestirilebilir durumların sonucunda beliren sıkıntı. İnsanı kendinin dışına atan, bir noktaya hapseden cinsten. Diğeri varoluşsal sıkıntı, bu türde literatür zengin. Etimolojik açıdan bakarsak her kültür kendi tanımlarını oluşturmuş, edebiyatta da ciltler boyunca işlenmiş, karakterlere adam öldürtmüş, intiharlara yol açmış, bir dünya mesele.
Can sıkıntısını yerine yerleştirmek ikinci bölüm. Vanya Dayı'dan bir alıntı, sıkıntıdan ölen bir karakterin söylediği. Öngörülebilirlik, monotonluk, kısıtlanmışlık, üstesinden gelinebilecek dertler güçlendikçe sıkıntı da güçleniyor, insanı harekete geçirmek için. Aşırılık ve tekrar, durumsal olarak pek bir yol kat edemediğimizi gösteren iki önemli etken. Bir fotoğraf verilmiş, Avustralya'daki Bore Yolu uzayıp gidiyor, bulutlar ve toprak, başka bir şey yok. Bakanda sıkıntı uyandırdığı söylenen bir fotoğraf beni neden heyecanlandırıyor, bunu düşünüyorum kaç gündür. Bulunduğum yerden memnun olmamı düşünüyorum, o yolda yürüsem buraya dönmek isteyeceğim, bunun umudu güzel. Yürüyüşten sonra o yola dönmek isteyeceğim, bunun umudu da güzel. Sanırım umut fazlalığı, istencimle bir kavgamın olmaması, bu tür şeyler. Neyse, sıkıntının mideyle bağlantısının izi Latinceye kadar sürülebiliyor, aynı anlama gelen bir sözcük üzerinden Sartre'ın meşhur metnine ulaşıyor Toohey, Filozofların Karnı'nda Onfray'in yazdıklarına bakarsak Sartre ve sindirim sistemi temalı başlı başına bir sıkıntı kaynağı var, doğru bir bağlantı. Tiksintiyle birlikte ortaya çıkan sıkıntının kapsamı muazzam bir şekilde genişliyor böylece, fiziksel problemden psikososyal arızaya bir yol. "Eğer tiksinti insanları hastalıklara karşı koruyorsa, can sıkıntısı da 'hastalıklı' sosyal durumlardan, yani hapsedilmişlik, öngörülebilirlik ve kişinin akıl sağlığı açısından fazlaca aynılık taşıyan durumlardan koruyabilir." (s. 22) Sıkılıyorsak bir şeyleri değiştirmemiz gerektiğini bilelim, bu bilgiyle gönül eğleyici işlere girişebiliriz. Sanatçılar ne yapıyor, edebiyatın efsane karakterleri can sıkıntısıyla nasıl baş ediyor veya edemiyor, bir süre bunun üzerinde duruyor Tooley, İlyada'dan yola çıkarak Camus'ye, Woolf'a, Kafka'ya ve Baudelaire'e ulaşıyor, spleen inceleniyor az biraz. Oblomov'la ilgili bölümler de hoş. Melankoliyle can sıkıntısı arasındaki ilişki güzel, fizyolojik olarak can sıkıntısı vurguları gibi meseleler insanlara başka bir gözle bakmamızı sağlayabilir. Dirsekler, bilekler, ellerin ve parmakların duruşu, ünlü resimlerdeki figürlerin incelenmesiyle ortaya çıkan sıkıntı biçimlerini incelememiz için sağlam bir başlangıç noktası oluşturuyor bir yandan ama fotoğraflar konusunda, ne bileyim, bilişsel bir kodum olmadığından mıdır, neydendir bilmiyorum ama sıkıntıyı hissedemiyorum. Bir fotoğraf daha var, dere kenarında fabrika. Sisli bir hava, güneşsiz. İngilizlerin canı ekseriyetle sıkılıyormuş ama onların da başka kaynakları var, şahsen fotoğraflara bakıp kendime bunaltılar yontamıyorum. Şu an bunaltılar yontabildiğim tek şey yaklaşan tayin döneminde istediğim okula atanıp atanamayacağım, bir de seçimlerle alakalı işler var ama ülkeden umudu keseli çok oldu, elimden geleni yapıp gerisini absürt bir oyun izlermiş gibi izliyorum. Bunun dışında rastgele cinsel ilişkiye girmiyorum, alkol pek kullanmıyorum ve pek öfkelenmiyorum, kronik bir can sıkıntısını aşmak için bunlar yapılırmış ama psikolojiyi tamir etmek için ilaç kullanmaya benziyor bunlar da, temeldeki problemi çözmeden hiçbir anlamı yok. Basit can sıkıntısını aşmak basit, kronikte problem var. Kronik can sıkıntısı dünyayı tek bir sıkıntıya indirgeyip insanı kilit altına alan bir şey, depresyondan pek uzağa düşmez. İkinci bölüm tamamen kronik can sıkıntısına ayrılmış. Sıkıntıyı bastırmak insanı patolojik bir vakaya çevirirmiş, aşırı öfke ve mutsuzluğa yol açarmış, patlamaya hazır bomba gibi olurmuşuz, yerli yersiz havaya uçarmışız. Öz farkındalığımız sağlamsa uçmazmışız ama bunu elde etmek de başlı başına bir sıkıntı kaynağıymış. Bir kere, tam sıkılıp sonra çıkarız dipten, süper iş. Bu vampir mitine ciddi ciddi inanan insanların canlarının gerçekten sıkıldığını söyleyebilir miyiz acaba, araştırmalara göre aşırı sıkılan insanlarda paranoya yaygınmış. Bir moda olarak bu mite inananlar için sıkıntıyı alt etme gayesi baskın geliyor olabilir ama modayla modernliği karıştırmak, ikisinden sonsuz bir şenlik, neşe beklemek de ne saçma şey. Wilde'dan alıntı yapıyor Toohey: "'Hiçbir şey aşırı modern olmak kadar tehlikeli değildir; bir bakarsınız modası geçiverir insanın.'" (s. 65) Bir de şu: "'Bizimki, medya tarafından alevlendirilen cinselliği evrensel bir can sıkıntısına dönüştüren ilk yüzyıl olabilir.'" (s. 67) Cinselliğin abartıldığını düşünürüm, bu söz alkışlamalık.
Dördüncü bölümde insanlar, hayvanlar ve hapsedilmişlik var, hayvanların da can sıkıntısına benzer bir şeyleri deneyimleyip deneyimlemediklerine dair birtakım fikirler, araştırmalar, bilmem ne. Kafayı yemiş hayvanları yediğimiz için ömrümü kısalttığımı düşünüyorum, sıkış tepiş bir ortamda, korkunç şartlarda kesilmeyi bekleyen hayvanlarla ilgili inceleme bu bölümde var ama bu tür ortamların onlar için çıkardığı problemler tam olarak tanımlanabilmiş değil. Bir papağan türünün kapatıldığı ortamda kafasını vura vura intihar ettiğini biliyoruz ama insanla denkleyemeyiz hayvanları, süreç bambaşka bir şekilde ilerliyor olabilir, belki de intihar etmiyorlardır da umut patlamasından ötürü kafalarını yeterine vururlarsa kurtulacaklarını düşünüyorlardır, bilemeyiz. Wittgenstein'ın dediği gibi, "aslan gibi acıkmak" veya benzeri ifadeler ne saçma. Neyse, hapis cezalarına geldik. İnsanı yalıtmanın yol açtığı psikolojik felaketler ve sonuçları genişçe bir yer tutuyor. Söylenen şu ki insanları delirtmek hiç kimseye, hiçbir kuruma yarar sağlamıyor. Ceza sistemini baştan düşünmemiz gerekiyor, hatta cezayı ortadan kaldıracak ideal sistemi bulmalıyız diye düşünüyorum, alıyor bir gülme. Neyse, öğle vakti şeytanına geldiğimizde Kilise babalarının dini sıkıntılarını ve bu sıkıntıların Şeytan'la eşleştirilmesine dair kısa bir tarihçe çıkıyor karşımıza. Çölde yaşıyoruz, yiyecek pek bir şey yok, yeni yüzler yok, sadece ibadet ediyoruz ve çile çekiyoruz. Uyarıcı az, uyarılan zaten kafayı yemek üzere, o zaman acedia elimizden öper. İlgimi en çok çeken bölüm bu oldu, gerçek sıkıntıyla yıllarca baş etmek zorunda olan bu insanların inançları ve inançlarının kırılma biçimleri ilgimi çekti.
Sıkıntının tarihine ve niteliklerine dair güzel bir çalışma, tavsiye ediyorum ve okurken canınızın sıkılmayacağını garanti etmiyorum ama ben sıkılmadım. Ara ara açıp yönetmelik veya prospektüs okuyorum, o zaman da sıkılmıyorum. Ha, lakin bu metinde yer alan, sıkıntılı bir tip olup olmadığımıza dair olan testin sorularını okurken sıkıldım, yalan yok. Kendimle ilgili herhangi bir şey düşünmüyorken kendimle ilgili bir şey hakkında düşündürülmem canımı sıkıyor, evet. Her insan kendi sıkıntısını çözümleyebilir aslında, bu metnin öyle de bir özelliği var. Rastgele.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder