Algren'ın Simone De Beauvoir'ya abayı yaktığı ve evlenme teklifinin reddedildiği biliniyor. Başkasıyla evlendiği, iki yıl sonra boşandığı, alkolizmin pençesinde kıvrandığı, uyuşturucuya bulaştığı ve üniversitede yaratıcı yazarlık dersi verdiği de biliniyor. Sağdan soldan derlediğim bilgileri toparlayayım, 1980'lerin hiper gerçekçiliğiyle 1900'lerin naturalizmini kardığı, metni bu temel üzerine oturttuğu söyleniyor ki bazı bölümlerde Ellis tadı alınabiliyor, Zola'nın Meyhane'sinde geçen mekanın benzerlerini de Chicago'nun bıçkın delikanlılarının takıldığı barlarda bulabiliyoruz. II. Dünya Savaşı'nın hemen ertesinde, azılı gangsterlerin tükenmeye yüz tuttuğu zamanlarda geçen bu hikâyeyi Soğuk Savaş'ın başlangıç yıllarında doğan Amerikan Rüyası'nın teğet geçtiği veya geçeceği insanları temizleme girişimi olarak okumak mümkün; Frankie'nin ve diğer karakterlerin makineleşmedikleri -ironik bir şey, Frankie'nin lakabı Makine ama başka bir mevzudan alıyor bunu- için birer birer savrulduklarını görüyoruz. Bu insanlar "düzgün" bir işte çalışmıyorlar, çalışmak da istemiyorlar, yok olup gideceklerini ve ömürlerini fabrikalarda çürüteceklerini düşünüp korkuyorlar hatta, birkaç yerde karşımıza çıkıyor bu düşünceler. Düzenli bir işte çalışan tek adamın başına gelenleri görünce serserilerin dünyasında düzgün diye bir şeyin olmadığını, katı olan her şeyin yavaş yavaş buharlaştığını anlayabiliriz; gündelik yaşamlar gündelik problemleri getiriyor ve problemlerin çözümüne dair büyük adımlar atıl(a)madığı için uzun vadede karakterlerin tamamı facialarla yüzleşmek zorunda. Rüya'yı başlatanlar temiz bir toplum istiyorlar; insanlar çalışsınlar, üretsinler, ürettiklerini satın almak için daha çok çalışarak tüketime daha çok kaynak ayırsınlar derken kusursuz bir robota dönüşsünler, bu döngünün sağlanması için güvenli bir toplumun inşa edilmesi gerekiyor, Frankie gibilerin ortadan kaldırılması, suç oranlarının düşürülmesi gerekiyor haliyle, politikacıların seçim vaatlerinden en büyüğü bu belki de, eve vurulmadan dönmek isteyen insanlar için steril bir ortam. Dolayısıyla serserilerle ve gangsterlerle işbirliği yapan polislerin düzeni sağlamak için, açıkçası daha iyi bir gelir kaynağı da buldukları için politikacılara yanaşıp kolladıkları adamları içeri atmaları yine bir dönemin sonunu gösteriyor, Saul Goodman benzeri bir kanun adamının içeridekileri dışarı çıkardıkça polisler daha karmaşık taktikler geliştirerek, daha önce hiç davranmadıkları gibi davranarak suçluları elektrikli koltuğa oturtmaya çalışıyorlar, o zaman için büyük ve öngörülemez -zaten pratik zekaları dışında karakterler pek zeki değiller- bir değişim gerçekleşiyor. Yeni kurallara uyum sağlayabilenler hayatta kalırken bazıları da parmaklıkların ardına veya elektrikli masaj koltuğun gidiyor. Gidenlerin ve kalanların hikâyesini anlatıyor Algren, son derece lirik bir suç dünyası oluşturarak. Karakterlerin iç dünyaları olsun, suç dünyasının dinamikleri olsun, tahribatı olabilecek en yakın noktadan izletiyor bize, süper iş. Metnin film uyarlamasında Frank Sinatra'nın oynadığını ekleyeyim, filmi daha izlemedim ama cumaları çalışmıyorum, bugün izleyeyim.
Aleksandr Kuprin'in bir sözüyle başlıyoruz: "Anlıyor musunuz beyler? İşin dehşet saçan yanı, artık hiçbir şeyin dehşet saçmaması!" (s. 1) Metinde sadece KUPRIN diye belirtilmiş, adam Aleksandr Kuprin, Türkçeye Helikopter'den çıkan bir metni çevrilmiş, o kadar. El atılması gerekiyor bu meseleye de, şöyle biraz araştırınca sıkı bir yazar olduğu anlaşılıyor. Neyse, geri dönüşlerin pek sık gerçekleştiği lineer bir anlatıyla karşı karşıyayız. Başkomiserin asla içmediği halde "Pastırma Yazı'yla Aralık'ın tutan ilk karı arasına düşen o puslu mevsimin akşamüzerlerinde bazen kendini yarı sarhoş hissetmesi" meselesi, önüne yığılan onca ipsiz sapsız adamın saçma sapan konuşmaları, savunmaları ve anlamsız gülüşleriyle beliriyor. Şantaj, eşkıyalık, at hırsızlığı, zina, çocuk tacizi, her türden suçla karşı karşıya kalan "Çeteleci" nam adam, serseri tayfasını bir bir sorgulayarak içeri alıyor veya kefaletle bırakıyor, herkesin "Kuzen" dediği Çavuş Kvorka'yla iyi geçinenler bırakılıyor genelde, parası serbest kalmaya çıkışanlar da diyebiliriz. "Elveren"'le bu sorgulama sırasında karşılaşıyoruz, Mor Kalp sahibi bir savaş gazisi, kart dağıtıcısı, kumar ortamlarının aranan adamı, ara sıra hırsızlığa çıkan bir adam, otuzlarına gelmek üzere ve cephede savaştığı günler çok uzaklarda kaldığı için o günleri istediği gibi biçimlendirerek kendisine bir kimlik yaratıyor, pokercilerin aranan adamı haline geliyor. Askerde de dağıtım işi yaptığını söylüyor, kartları karıp oyunu düzenlemede aranan biri olmasını o günlere borçlu. "Serçe" lakaplı Saltskin de orada, en yakın arkadaşı. Zamanında Serçe'yi sokaklardan kurtarmış Frankie, o günden beri birlikte takılıyorlar ve Serçe bağımsızlığını kazanana kadar Serçe'ye tepeden bakıyor biraz. Serçe yarı Yahudi, bu dini boyut karakterlerin ilişkilerini etkiliyor tabii, Polonyalı karakterlerle Polonyalı olmayanlar arasında da belirgin farklar var, hatta bir bölümde Yahudi ve Polak kumarbazları kıyaslıyor Algren, Polonyalıların eğlenmek için, Yahudilerin güvenli bir şekilde kazanmak için oynadıklarını anlatıyor falan, ilgi çekici. Sonra bu iki arkadaşı salıyorlar, gidecek yerleri o an için olmadığından karakterlerine temel oluşturacak özellikleri öğrendiğimiz diyaloglara dalıyorlar. Serçe suça bulaşmasa o pislik mahallede sıkıntıdan gebereceğini söylüyor, bir de aşırı çirkin olduğunu sandığı için suçun yardımıyla bu çirkinliği işe yarar bir hale getirdiğini düşünüyor. Reklam tabelalarının önünden geçip her günkü sıkıntılarına bir yenisini ekliyorlar, düşünceleri bölünüyor ve reklamların saçma imajları dışında bir şey düşünemiyorlar. Tüketim onlar için yaşamsal faaliyetlerin sürdürülmesini çağrıştırıyor, fazlasını değil. Frankie, eşi Sophie'yle bir pansiyonda kalıyor, pansiyonun sahibi zihinsel engelli oğluyla yaşayan, sürekli sıkıntı çıkaran yaşlıca bir adam. Sophie kötürüm, Frankie yüzünden. Aralarındaki hastalıklı ilişki çocukluk yıllarına dayanıyor, daha o zamanlardan birlikteler -Molly'yle birlikte ama Molly'ye birazdan geleceğim- ve sonrasında Sophie'nin takıntılı doğasıyla Frankie'nin umursamazlığı bir araya gelince ilişkileri başlıyor, Sophie Frankie'nin kendisini sevmesini istiyor ama adam uçarı. Sonra kaza gerçekleşiyor, kadın arabadan fırlayıp sakatlanıyor, Frankie'ye pek bir şey olmuyor, uzunca bir süre boyunca hissettiği suçluluk haricinde. Evleniyorlar ve böylece Frankie kadına iyice bağlanıyor. Sakatlık olayı Sophie'yi memnun ediyor bir açıdan, adama hatırlatıp duracağı bir zincir geçiyor eline. Bir alt katta Molly yaşıyor, Frankie ve Sophie'yle çocukluk arkadaşı, fahişe. Frankie'ye kesik. Adama gerçekten aşık, yirmilerinin ilk yarısında olmasına rağmen zaman içinde otuzlu yaşlarını sürdüğü düşünülecek kadar yıpranıyor ve adamı kurtarmaya çalıştıkça kendisi de batıyor, çıkarsız sevginin yol açtığı yıkım ağır oluyor. Pansiyondaki yaşamı, karakterlerin sosyal hayatlarını bol imgeli, şiirsel bir dille anlatıyor Algren, dairelerdeki su borularının çıkardığı seslerden sokakların neon lambalarıyla delinemeyen sisine kadar pek çok detay şehri karakterler için bir kapana dönüştürüyor.
Frankie'nin uyuşturucu bağımlılığı, Molly'yle kurduğu ilişki ve uyuşturucu satıcılarından birini kazara denebilecek şekilde öldürmesi sonunu yavaş yavaş hazırlıyor, metnin ilk bölümünde Serçe'yle Frankie'ye odaklanmışken ikinci bölümde hapse giren Frankie'nin kirli hayatından kurtulma çabalarını bir umutla okuyoruz ama uyuşturucu sıkıntılı bir iş gerçekten. Sonuçta Serçe ve Frankie polislerce kıskıvrak yakalanıyor ve kaçış süreci başlıyor Frankie için, Serçe'nin yapabileceği pek bir şey yok, hikâyesi yakalanmasından sonra bitiyor. Frankie'nin kaçışı Requiem For a Dream tarzı bir sonun sinyallerini veriyor, hatta filmin bu metinden bir parça olsun esinlendiğini söylemek mümkün. Sophie'nin yolu tımarhanede bitiyor, Molly mutsuz yaşamını sürdürüyor, herkes bir ölçüde ayvayı yiyor. Tutanaklarla bitiyor metin, polislerce alınan ifadeler Frankie'nin nokta koyduğu serüvenini aydınlatıyor, çekilen acıları kayıtlara geçiriyor. Bir de şey, savcının suçluları sorguladığı bir bölüm var, başlı başına sanat eseri. Adamın bunaltısını, onca suçlunun kaypaklığının yol açtığı umutsuzluğunu birebir görüyoruz, dönemin yeraltı dünyasına, çıkışı olmayan insanların neler yapabileceklerine şahit oluyoruz. Etkileyici.
Algren'ın iki metni çevrilmiş Türkçeye, biri bu. Diğerini bulursam onu da okurum, şahane yazar. Bu metin zamanında Hür Yayın'dan çıkmış, sonra Versus basmış, ne güzel. Hür Yayın olsun, Yankı olsun, Sander olsun, böyle yayınevleri zamanında müthiş işler yapmış, denk geldikçe okumak lazım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder