Yunanca aslından Gül Özden çevirmiş, başarılı çevirisi için tebrik ederim. Yetmiş beş sayfacık bir kitap ama öykü için kısalık-uzunluk diye bir şey yoktur. Şiir için hiç yoktur, öyküde birazcık vardır ama şöyle vardır, bu kitabın oluru yedi yüz elli sayfadır. İyi bir öykü kitabının sayfa sayısını onla çarpacaksınız yani, yoğunluğun ederi on kattır. Bu şekil bir nicelik/nitelik ölçüsü yok tabii ama anladınız, öykü ağır bir şeydir. İyisi. Bu öyküler çok iyi, Samarakis çok iyi yazar. 1919'da Atina'da doğuyor, hukuk eğitimi alıyor, II. Dünya Savaşı'nın ilk yıllarında direniş hareketine katılıyor, yakalanıyor ve idam edilmesine ramak kala cezaevinden kaçıp canını kurtarıyor. Sonra BM'de göre alıp Türkiye'den ABD'ye, Avrupa'dan işte bilmem nereye, pek çok yeri geziyor. Yazıyor bir yandan, metinleri çevriliyor, dünyaya yayılıyor. Ne güzel bir şey. Samarakis yüz yaşında bu arada, 2003'te vefat etmiş ama okunduğu müddetçe öldüğünü kim söyleyebilir? Sarışın Süvari nam öyküye bakalım. Kırk yedi yaşında bir adam sağlık sorunlarıyla boğuşuyor, eczaneye gidip müshil hapı alıyor ve dönüşte otobüse binip oturduğu zaman yanında bir çocuk dergisi buluyor. Okumaya başlıyor, normalde pek bir şey okumuyor, on sekiz yıllık memuriyeti, sol bacağının ağrısı, eşiyle çocuk yapma denemelerinin sonuçsuz kalması, bütün sıkıntıları çocuk dergisini okurken kayboluyor. Her hafta almaya başlıyor dergiyi, hatta yazılar yazıyor, "Sarışın Süvari" takma adıyla. Tutuluyor bayağı yazıları. Bir hafta dergiye verilmiş ilanı görüyor; parti düzenlenmiş ve okunan yazarlar/çocuklar çağrılmış. Adam kendi takma adını da görüyor davetliler arasında, en başta gitmemeye karar veriyor ama ayakları onu partiye götürüyor ve on dört, on beş yaşında çocuklarla karşılaşıyor. Sarışın Süvari'yi soruyorlar. Adam biraz oyalanıyor ve çıkıp gidiyor. Bu ama sadece bu değil, birincisi -sanırım- bir öyküyü iyi öykü yapan şey, art alanının bulunması. Düşünelim, adam partiye gittiği zaman orta yaşlı bir sürü insanla karşılaşabilirdi, çocuk dergisi etrafında toplanmış yetişkinler. Onaylanma arzusunu bastırmasa Sarışın Süvari olduğunu söyleyebilirdi. Kısacası pek çok şey olabilirdi, olasılıkları duyuran öyküleri ayrı bir yere koyuyorum ister istemez. Değerli bir şey bu olasılık alanı.
Beden, kenar mahallelerde rahiplik yapmaya başlayan bir adamın ölümle karşılaşmasını konu ediniyor. Yaşlı bir adam ölmek üzere, çağrılan rahip mekana gidiyor ve kutsal şarapla ekmeği sunmak üzere bekliyor ama öncesinde konuşma yapması lazım, ruhu kutsayacak. Dışarıda yağmur yağıyor, yaşlı adam şaraba bakıp, "Hadi ver!" diyor, rahibin sözcüklerini ağzına tıkıyor. Şarabı içtikten sonra da ölüyor. Kutsanmak umrunda olmayabilir, alkolik olduğu için. İçecek bir şey arıyor olabilir, yoksul olduğu için. Olasılık alanı. İyi öykü. Ruhu beslemekle bedeni beslemek arasındaki ilişkinin incelendiği. Zıtlıklardan yola çıkıyor bazen Samarakis, insanın önceliklerini belirleme biçimini irdeliyor çoğu öyküsünde. Irmak'a bakalım. Savaş sırasında emir veriliyor, ırmağa 200 metreden fazla yaklaşmak yasak ama üç haftadır duruyor ordular, askerlerin canları sıkılıyor ve ölüm korkusundan kurtulmak için eğlenceler icat ediyorlar. Sonuçta yasak deliniyor, askerler yüzmeye başlıyorlar. Bizim eleman arkadaşlarıyla suya giriyor, yüzerlerken diğerlerinin çıktığını görmüyor. Tam karşısında bir asker var, yüzüyor, arkadaşlarından biri sanıyor. Yüz yüze geliyorlar, düşmanlar. Hemen kıyıya yüzmeye başlıyorlar, bizimki daha iyi yüzüyor, kıyıya daha erken çıkıp silahına davranıyor ama karşısındakinin bir insan olduğunu aklından çıkaramıyor bir türlü. Sonra kuşlar uçmaya başlıyor, silah sesinden sonra. Samarakis incelikli bir yazar, bu tür bağlantılar kuruyor olaylar arasında. İki çıplak insanın varlığının üzerinde duruyor ısrarla. "Tetiği çekemiyordu. İkisi de çıplaktı. Elbiselerinden sıyrılmış. İsimlerinden... Ulusal kimliklerinden ve haki renkli özlerinden sıyrılmış, iki çıplak insan!" (s. 27) Irmakta arınmak, kimliklerden.
Duvar'ı okuyunca aklıma direkt Dilovası geldi. İzmit'e giderken sol tarafa bakıp insanların nasıl yaşadığını düşünürüm, orada nasıl yaşıyor insanlar? Fabrikalar, dumanlar, sayısız sağlık problemi, kısılmışlık, makineleşmek, trik trak. İnsan delirir. Çok güzel bir adam var, Genazino'yu öneren adam Baturay. Bu adam prensip olarak çalışmaya karşı, Caddebostan'da oturuyor ve durumu iyi, nispeten. Endüstri mühendisi diye biliyorum, kendini denemek için işe girdi, her gün Caddebostan'dan Dilovası'na gidip geldi bir ara. Nasıl bir yer olduğunu sormuştum, "Kendimi sınıyorum, tam yeri," demişti. Hasılı, kapkara bir coğrafya. Bu öyküde de benzeri bir yer var, kara dumanların çepeçevre kuşattığı havayı çiçeklerin rengi bile aydınlatamıyor, her şey karanlığa gömülü. Yetmiyormuş gibi zenginlerden biri evlerinin bahçesine duvar ördürüyor. Yavaş yavaş kafayı kıran bir arkadaşımız da gecenin köründe cinnet getirip çıkıyor dışarı, duvara altı kurşun sıkıyor. Pat pat pat pat pat pat.
On iki öykü var, hepsi birbirinden başarılı, hoş. Samarakis iyi yazar, denk gelindiği yerde okunmalı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder