17 Mayıs 2019 Cuma

Kolektif - Yaşanmış Ağır Bir Ezgi

Onat Kutlar İçin Bir Harita olduğu da söyleniyor, bu derlemede köşeleri sivri bir çerçeve içinde yer aldığı malum ama Kutlar'ın metinlerini Fatih Altuğ gibi Deleuze'ün kavramlarıyla okumak veya Kafka'nın boğuntulu dünyasına eklemek, Kutlar'ı başka insanlarla ve metinlerini başka metinlerle ölçmek en fazla köşeleri sivriltiyor. Faydalı bir çaba olmadığını söylemiyorum, özellikle Altuğ'un ve Burcu Şahin'in tespitleri oldukça aydınlatıcı ama esas soru şu, bu öykülerin aydınlığına şahit olmayı istiyor muyum? Şimdi Kutlar'ın öykülerini tekrar okumalıyım ki sevdiğim loşluklarına dönsünler. Çok öznel bir mesele; başka çözümlemeleri heybeye atıp kendi çıkarımlarımı tekrar kurmalıyım. Unutulmuş Kent'i baştan okumalıyım, Gaziantep'ten Paris'e bir ömürlük yolculuğun izlerini kendi başıma aramalıyım, buna benzer şeyler. Anlamı yakalamak ve kendimce açmak. Bir güneşin pencere kadar vurması, ışığının duvarda yer değiştirmesi gibi görsel iletileri çözmek, canlandırmak. Beyindeki bölgeler uyarılıyormuş ya, mesela bir manzaranın tasvirini okurken görmeyle ilgili kısımlarda akım hızlanıyormuş falan, hızlandırmalıyım. Ben hemen görselleştiririm okuduğum şeyi, bazı arkadaşlar içlerinden veya dışlarından sözcük sözcük okuduklarını söyledikleri zaman şaşırmıştım. Sözcüklere bir görüntüye bakar gibi bakıyorum ve aslında sözcüklere bakmıyorum, anlamı biçimlendiriyorum hemen. Kelimeleri birer birer okumaya çalıştığım zaman mevzunun müthiş bir zaman kaybına yol açtığını anladım sonradan, çok yavaş ilerliyordum, bana göre değildi. Kutlar'ın öyküleri hemen bir filme dönüşüyor benim için, Jodorowsky filmi izlemeye başlıyorum sanki. Bu meseleye de birkaç makalede değiniliyor, Kutlar büyük bir tutkuyla sinemaya sarıldığı için öykülerini de bu uğraşının cevheri olarak görmek mümkün ama değil aslında, Paris'e gittikten sonra sinemaya tam anlamıyla bağlanıyor, oysa İshak'ı yirmilerinin başında yazdı, gizli ve henüz kendisinin de farkına varmadığı bir bağlılığı başka bir türe aktarmıştı belki. Denebilir ki sinemayı tutkuya çevirmeden önce de, "sinema sezgisi" diyeceğim, bir tür sezgiye sahipti Kutlar, içinde gömülü ve akmayı bekleyen bir kaynaktan beslenmeye başlamıştı. İmgelerinin bolluğunu, öykülerindeki dünyanın özgünlüğünü o zamana kadar okuduğu kitaplara, izlediği filmlere bağladığım kadar bu pırıl pırıl, biricik kaynağa da bağlıyorum, hatta en çok buna bağlıyorum.

Aslan Erdem'in sunuş yazısı. Leylâ Erbil'in ve Füsun Akatlı'nın övgüleri. Katlanan yaşam, altlı üstlü şehirler, öykülerde beliren şiirler, yansımalar, Kutlar'ın yaratılarında bulunabilen izlekler. Adnan Özyalçıner, Onat Kutlar'ın hep bir "Han" öyküsü yazmak istediğini söylemiş, han değil de ev ve avlu öyküsü yazmıştır Kutlar, çok sayıda hem de. Kuşlar dolanır, çatılar çöker, kapılar açılır ve kapanır, bu nesneye niye sadece kapamayı çağrıştıran bir isim konmuştur ki? Neyse, Füruzan'ın iki yazısı geliyor ardından. İlki bir acıya yeniden dönmeye dair. "Seçkin bir yazarı yılda bir gündeme getirmek yeter mi? Trajik bir sonun bağışlanmaz gaddarlığını içimizde neyle bağdaştırabiliriz?" (s. 15) Vasıfsız bir devletin eleştirilmesinden sonra Kutlar'ın yaşamını kaybetmesine neden olan olayın yaşandığı gün anlatılıyor, The Marmara'da Onat Kutlar, Ergin Ertem ve Füruzan. Füruzan Kutlar'dan yazılarına dönmesini istiyor, Kutlar yazılarının o andan sonraki hayatının ana amacı olacağını söylüyor, bir müddet oturuyorlar ve bomba patlıyor. Füruzan ve Ertem etrafa şaşkınlıkla bakıyorlar, Kutlar'ı yerde görüyorlar. Füruzan seviniyor, Kutlar'ın kanaması yok, dolayısıyla ciddi bir şeyi de yok, böyle düşünüyor. Sonrasını biliyoruz. İkinci yazıda Füruzan'ın Almanya yılları var. Doğu Almanya'nın başkenti Berlin'deki sanat insanlarıyla görüşmeler yapıyor, bir yayınevinin Türk öykücülerinin metinlerini basmak istemesiyle tek kişilik seçici kurul haline geliyor. Seçki için öykü(cü) düşünüyor ve ilk sıraya Onat Kutlar'ı koyuyor, Sait Faik'i veya bir başkasını değil. Kutlar'la tanışlığının henüz derinleşmediği yıllar, objektif bir beğeninin oluşabileceği kadar uzaklar, Füruzan çok beğeniyor Kutlar'ın öykülerini. Yazının geri kalanında bu beğeninin içi dolduruluyor. Sevdiğim bir sanatçı, sevdiğim başka bir sanatçıyı övüyor ve bunu şişirmeden yapıyor, ne hoş. Demir Özlü çıkıyor sahneye, Paris'teki yoldaşlıkları sırasında yakınlıklarının yaşamını nasıl renklendirdiğinden bahsediyor ve ekliyor: "Onunki kadar dolu bir hayat yaşamak ancak insanın iç zenginliğiyle mümkündür." (s. 25) Cevat Çapan'la karşılaşıyoruz sonra, İshak'ın şiirle olan ilgisini vurguluyor, lirizmin yumuşaklığıyla bozkırın sertliğini yan yana getiren Kutlar'ı -biraz da hayranlıkla- anıyor. Sonrasında Nedim Gürsel'le John Berger'ın dahil olduğu bir Paris maceraları var, keyifle okunuyor.

Tanıklıkların ardından Kutlar'ın metinlerine yoğunlaşılan ikinci bölüm başlıyor, Burcu Şahin'in Lévinas'ın il y a dediği "varolansız varoluş" kavramı üzerinden öyküleri incelemeye girişiyor. Melih Cevdet'ten de güç alarak -Melih Cevdet Anday, Kutlar'ın öykülerinde bir belirip bir kaybolan canlılara ve cansızlara dikkat çekiyor- yokluğun mevcudiyetiyle varlığın yokluğu arasında bağlantı kuruyor. "Dil, olmayanı var kılmaksa, Onat Kutlar'ın dili kendine has imgeselliğiyle var olanı yokluğa iterek yeni bir varlık alanı oluşturur." (s. 33) Loşluktan bahsederken varlıkların biçimlerini bozan bir koyuluğu kastetmiştim, Kutlar'ın öykülerinde varlıkların nitelikleri herhangi bir özneye değil, görüngünün kendisine bağlı ve dil bu görüngüyü ortaya çıkarabilir, yokluğuyla -anlatmadığıyla, göstermediğiyle, eksilttiğiyle- da ortaya çıkarabilir, anlatının niteliği -elbette- dile bağlıdır. Şahin, Kutlar'ın dili işletme biçimiyle ilgileniyor ve Blanchot'dan Barthes'a pek çok anlatı düşünüründen beslenerek incelemesini çatıyor. Hilmi Tezgör'ün Horozlanamamak başlıklı makalesine bakıyorum, sözcüğün anlamlarından yola çıkarak hayvan ve davranış arasında bir bağ kuruyor, öykülerdeki horozlarla karakterlerin eylemlerini cepte tutarak bu eylemlerin yayıldığı zaman katmanını niteliyor. Eylemler ya çok erken ya da çok geç ortaya çıkıyor, karakterlerin horozlanmaları uygunsuz davranışlar olarak beliriyor. Diğer makalelere nispeten kısa fakat diğerleri kadar önemli bir makale bu da, açtığı yol üzerinde düşünmeli. Murat Narcı dışarısı-içerisi ikiliğine, açılıp kapanmanın öykülerdeki yansımalarına odaklanıyor. Haritayı belirginleştiren bir makale, fikrimce ikinci bölümün ilk makalesi bu olmalıydı, diğerleri bunun üzerinde daha rahat bir şekilde yükselebilirdi. Narcı taşra sıkıntısına yoğunlaşıyor başta, Nurdan Gürbilek'in yazısından mülhem kapanma-daralma olgusunu dile getiriyor. Kutlar'ın iç ve dış mekanları arasındaki yumuşak geçişler, hatta mekanlar arasındaki yer değişimleri alıntılarla, hatta diğer pek çok makaleye göre yoğun bir şekilde yapılan alıntılarla inceleniyor. Dönemin siyasi olayları, sosyal ortamı bu tür bir estetik görünüşü ortaya çıkarıyor Narcı'ya göre, bir nevi şahitlik estetiği, hassaslığın kendisine yer araması, hızlı ve vurucu bir şekilde imgelere, sözcüklere dönüşmesi. Bu hızda aksayan yanları da ortaya koyuyor Narcı, Turgut Uyar'la Ona Kutlar arasında paralel çizgiler bulunduğunu söylüyor. Buradan iki sanatçının acemiliğinin ustalık kaynaklı olduğu fikrine varıyorum kendimce.

Geriye kalan makalelerde Kutlar'ın metinleri farklı noktalardan yola çıkılarak değerlendiriliyor, iyi. Derlemede sinemayı temel alan bir makalenin yer almadığını düşünerek üzülürken Devrim Dirlikyapan'ın sona konmuş makalesiyle karşılaşmak da iyi. Kutlar'a biraz olsun ilgi duyan kim varsa derlemeyi okuyup Kutlar'ın metinlerini baştan bir gözden geçirmeli. İnceliğine imrendiğim bir sanatçının dünyasını daha yakından bildim, süper.

2 yorum:

  1. Sevgili Utku; hazla okuyorum yazılarını, yeni hemhâl olmama rağmen. Şarkılar ise haz üstüne haz...

    YanıtlaSil