Bir şeyler yazayım, az duygulanayım dedim, olmadı. Onun yerine biraz daha bir şey okurum. Neyse, taşındık biz, burası bu kadar. Uzun süredir aklımda yeni bir site vardı, hayata geçirdik.
Bu iyi, çağın saçma sapan alışkanlıklarına sahip olmadığımız zaman "çatlak" olarak damgalanacağımızı ve bunun gayet normal bir şey olduğunu söylediği için bile iyi, cep telefonlarını öyle veya böyle kullanmamız gerektiğini, dünyaya belli bir ölçüde uyum sağlamanın mutluluk getireceğini dayatmadığı için bile okunur. Domingo'dan çıkan başka bir kitapta orta yolcu fikirler vardı, uyumsuzluğun ıstırabını dile getirmeden dünyadan çıkış yollarının banal, bayatlamış güzergâhlarını vermekten öteye gitmiyordu kitap. Foley hastalıklı bir topluma uyum sağlamanın sağlıkla bir ilgisinin olmadığını söylüyor, yani kabul edilmenin nimetlerinden faydalanabiliriz ama içeride bir yerde her şeyin yanlış olduğuna dair bir şeyler içimizi kemirir durur. Biraz hassassak deliliği görmezden gelemeyiz. Antidepresanlar kafayı istediği kadar betonlaştırabilir, her metanın, metalaştırılmış cinselliğin, duygulanımların en uç noktasını isteyebiliriz, elde edebiliriz bir yandan ama yine de o çürük tadı alırız, aradığımız şeyin başka bir yerde olduğunu düşünmekten doyumsuz kalırız, hep başka bir yere bakarız, arabamızı, sevgilimizi, eşimizi değiştiririz ama boşluk olduğu gibi durur. Dönemsel ilişkiler sürüp gider, eşyayla kurulan ilişki insanla kurulan ilişkiden farksızlaşır, bir üst modeller elden ele gidip gelir. Foley bu saçmalıkları Tevrat'tan, Buda'dan, Sartre'dan örneklerle sabitliyor ve çıkış yollarını dayatmasız bir şekilde ele alıyor. Doğrudan bir gösterge yok, sadece sezdirilen davranışlar ve düşünceler var. Alt başlığı yayınevi koymuş, "Kafası Karışıklar İçin Olan Biteni -ve Kendini- Anlama Rehberi" olarak okuyabilirsiniz bu metni. Tipik kişisel gelişim metinlerinden uzak bir anlamlandırma çabası işte, bazı bölümlerde kişisel gelişime alaycı bir şekilde yaklaşıyor yazar, hap formüllerin geçici etkilerden öteye gitmediğini söylüyor mesela, bir de bu tür kitapların farklı sınıflar için ne gibi saçmalıklara yol açabileceğinden bahsediyor. İhtiyaçlar hiyerarşisinde alt basamakları işgal eden insanların mutlu olmak için daha fazla oral seks yapmalarını salık vermek örneğin, farklı seviyelerdeki insanların çıkar yolları uyumsuzsa o kitapların hiçbir anlamı yok. "Mutluluğun Saçmalığı" adlı bölümde Foley bu meselelere değiniyor biraz. Önce problemlerin sunumu, sonra stratejiler, sonra da "Saçmalığın Mutluluğu" bölümüyle genel bir çıkarım. Sınıf farkı gözetmeksizin dünyanın durumunu değerlendiriyor, herkes için bir anlam var.
İlk bölümde "mutluluk" var. Herkes daha fazlasını hak ettiğini düşündüğü için tatminsizlikten ölmek üzereyiz. "Mutluluk gibi bayat, eski bir terim için fazla bilgili, fazla sofistike, fazla alaycı, fazla bilge, fazla post-her şeyiz." (s. 2) Mutluluğun tanımı da muğlak biraz, çizgileri belirsiz olduğu için, Arendt'e göre "erdemli eylemlerin doğaları icabı görünmez kalmaları gerektiği" de hesaba katılırsa mutluluğun dilsiz, sadece hissedilen, düşünüldüğü zaman uçup giden varlığı bizi çıkmaza sokuyor. Dünya ve benlik arasında kurulamayan anlam birlikteliği mutluluk için gereken sessizliği sağlayamamamıza neden oluyor. Asgari ölçüde insani ilişkilere gereksiniyoruz ama etrafımızda "ışıltıyla gülümseyen depresifler" var, bu insanlarla birlikte yaşamak oldukça yorucu. Karakter değiller, tip olarak yaşıyorlar ve belli bir yüzeyselliğin ötesine geç(e)miyorlar. Fromm'a göre "anonim otorite" bu şekilde ortaya çıkıyor. "Anonim otoritenin en etkin numarası, tavsiyelerini aksiyom (doğruluğu genel kabul gören önerme) kılmasıdır. Genel kabul görmüş fikirlere ve anlayışlara karşı çıkmak mümkün değildir; ancak çatlaklar böyle bir şeye kalkışabilir. Bu da bir başka aksiyomdur. Şimdiki yaşantımız, doğa yasası gereğidir." (s. 11) Çatlak olarak değerlendirileceğiz, herkesin yaptığını yapmayarak bir tehlike olarak işaretlenip bir ölçüde dışlanacağız, önemli olan bununla birlikte yaşamayı kabul edebilip edemeyeceğimiz. Reklam ve id tarafından sürekli dürtülüyoruz, otoritenin bir parçası olmamız yönünde baskılara maruz kalıyoruz ve bu olanlardan pek hoşnut değiliz, çemberin dışına çıkmak istiyoruz diyelim, Foley'ye göre düşünürlerin binlerce yıllık birikimlerinden faydalanarak başarabiliriz. Tarkovski'nin ve bizim kahveden Hilmi Dayı'nın söylediği şey iyi aslında, insanın yalnız kalmayı öğrenmesi gerekiyor. Gruba muhtaç değiliz, bir başımıza da var olabiliriz. "Nasıl yaşanacağının bir dizi maddeyle söylenmesini talep eden tek çağ, bizim sabırsız, açgözlü çağımızdır." (s. 11) Beyin taramalarında kaliteli ve pahalı markaların dinsel imgelere eşit sinirsel tepkiler doğurduğu görülmüş, insan için bundan daha korkunç bir durum olamaz. Her şeyin pazarlanabileceği bir zamanda Buda'dan medet umabiliyoruz, çağın istencinden anlayarak, içgörü edinerek kurtulabiliriz. İstersek tabii. Tutarlı ve mantıklı davranışları alışkanlığa dönüştürmek sağlam bir çözüm gibi görünüyor, bunun için beyinde yolaklar oluşturan nöronlarımızı biraz zorlamak gerekecek, her birey kendi çözümüne bir şekilde ulaşabilmek için otoritenin insanda çocukluktan itibaren kurduğu yapıları anlayacak ve değiştirecek, bunun için yalnız kalmayı göze alabilmek gerek. Kendinde hak görme olayı, potansiyelin cazibesi de dizginlenecek biraz, her şeyi elde edemeyeceğimizi anlamamız lazım. "Kendini değiştirmeye tapınma" yüzünden birey kim olduğunu, ne istediğini düşünecek noktayı bir türlü yakalayamıyor Foley'ye göre, Bir Sonraki Müthiş Şey'in peşinde devinip duruyor. "Bir ilişkide veya işte zorluklar varsa cezbedici olan, bir diğerine geçmektir. Bu da sorunlarla yüzleşip aşma tatminini devre dışı bırakmakta ve hayati önem taşıyan musibetten pay çıkarma, olanı avantaja çevirme becerilerini mahvetmektedir." (s. 31) Seneca'dan bir alıntı var, yarını düşünüp bugünü çöpe atan insan için huzur diye bir şey mümkün değil. Tüketimsel bir itkimiz var, kendimizi bir ürüne çevirip tükendikten sonra değiştirmek de bunun içinde, bir insan bu açıdan kendini ne kadar değiştirebilirse. Selfie çekip her yerde paylaşmak herkes için aynı anlama gelmeyebilir ama derinlerde bir yerde kendini bir ürüne dönüştürme ihtiyacının getirisi/götürüsü de olabilir. "Ben bir ürünüm, kendimi bu biçimde inşa ettim, bir değerim var, ona göre." Sonra başka bir selfie, böyle gidiyor bu. Pornoyla benzerliklerinden bahsediyor Foley, idealize edilmiş bir gerçeklik boyutu ama gerçeğin çok uzağında. Bunun genetik yansıması için ayrı bir bölüm var, determinizm ve özgür irade arasındaki ilişkiden insanın kendinden başka her şeyi suçlamaya dönük bir gelişim(!) sürecinden geçtiği fikri kabul edilebilir, dolayısıyla çağımızda patlayan komplo teorileriyle başarısızlık kavramının modasının geçmesi aynı kaynaktan doğar gibi gözüküyor. Mantıklı bir hale getirilen saçmalıklar yüzünden her birey kendi saçmalığını üretebilir ve tüketebilir durumda. Sorumluluk duygusunun ortadan kalkmasıyla otoriteye yakınlaşıyor insan, başkasının verdiği kararlardan mesul değiliz, rahatız o zaman. Başımıza gelen kötü şeylerden sorumlu tutulacak birileri, bir şeyler her zaman olacak, böylece talihsizliklerin etrafından dolanabileceğiz. Şahane bir kendini kandırma mekanizması bu, kırılması için insanın bir an durup düşünmesi gerekiyor ama bu da mümkün değil, düşünmemizi engelleyecek milyon tane etken var. Her yerde yüksek sesle çalan müzik, motor sesleri, gözü kör edecek ışıklar var, dikkat dağınıklığı çağın gerekliliği gibi gözüküyor. Aynı anda sekiz kitabı birden okumaya çalışmak, birkaç işi aynı anda götürmeye çabalamak -tabii bu bir şekilde zorunluluktan yapılmıyorsa- canımıza okuyacak dünyanın elini güçlendirmek anlamına geliyor. Bunun bir etkisi de bireye olan inancın azalması olarak ortaya çıkıyor, insanlar artık tek başlarına kitap bile okuyamıyorlar, bir okuma grubu şart. Bir şeyler yazmak için atölyelere gidiliyor, yalnızken yapılan işler değersiz olarak görülüyor. Sessizlik, yalnızlık bir nevi ölüm, acımasızlığın somutlaşmış hali.
"Uygulamalar" bölümünde saçmalıkların derli toplu halleri var, ilk kısım "iş"in saçmalığına ayrılmış. Grup çalışmaları, saçma sapan etkinlikler, takım oyunu, dozunda mizah, rahatlama alanları ve anları, bireyi biçimlendiren bir dolu baskı mekanizması. Aşk bir başka mevzu, karşılıklı beklentilere dönüşen geçici bir coşku halinden öteye gitmiyor. "Doğru kişiyi bulmak" ve "ruh ikizi" kavramlarının sağlam bir eleştirisi var: "Sevdalılar, aşk tanrısının oklarının rastgele kurbanları olduklarına inanmaktan hoşlanırlar ama aslında büyük olasılıkla yoksunluğun, yalnızlığın ve güvensizliğin kurbanlarıdırlar; sorumluluğu teslime heveslidirler ve fantezi kurmaya yetenekleri vardır fakat anlama ve kendini bilmeye yoktu. Ama yaşama ve dünyaya parlaklık katan bir coşkuya kapılmışlarsa ne fark eder? Sevdalılar müthiş seks yapmıyor ve genel anlamda daha çok eğlenmiyorlar mı? Sorun, sevdanın kalıcı olmamasıdır. Büyük ihtimalle daha ısa sürmesine rağmen sevdanın genelde, ortalaması bir yılı biraz geçmek kaydıyla (ortalama dikkat süresi gibi, muhtemelen sevda süresi de azalmaktadır) en fazla iki yılda son bulduğuna yönelik bir iddia mevcuttur. Ama sevdalılar mutlu mesut ve zaman sınırlamasından habersiz yaşarlar ki hüsran bu yüzden şok edici gelir." (s. 183) Mevzunun hormonlarla ilgisi geliyor sonra, sadakat geninden bahsediliyor, birbirine düşkün ebeveynlerin çocuklarının diğer çocuklara göre farklı oldukları yönler ele alınıyor falan, işin özeti şu ki birbirine uygunluk denen şeyin ön koşullardan çok yoğun bir çabayla kazanıldığı ilişkiler uzun sürüyor ve doyurucu oluyor. Yaş meselesi de var, onu geçiyorum.
Saçmalık çağımızın mutluluk kaynağı olabilir, son bölümün konusu bu. Bir çuval para harcayarak kendi gitarımızı yapabilir, en kısa sürede en çok hamburgeri yeme şampiyonu olabiliriz, bunlar bizi mutlu eden şeyler olabilir. Kendimize özgü bir şeyler yapmak yani, bizi yanılgıya düşmeden mutlu eden şeyleri bulmak. Eh, başarırsak yırtıyoruz işte.
Algan Sezgintüredi çevirisi. Bazı cevaplara ihtiyacınız varsa buraya bakınız.
"Piraye öldü. Dün gece. Kaçta bilmiyorum. Bir iki kaşık süt içirmeye çalışıp başaramadığımızda saat yediyi biraz geçiyordu. Yan çevirip üstünü örttük. İki gündür gözlerini açmıyor, hiçbir şey yemek istemiyordu. Sürekli uykuda gibiydi." (s. 7)
Nâzım Hikmet'in şiirlerini saklayan, kimselere vermeyen, çoğaltılmadığı sürece Aziz Nesin'e bile vermekten imtina eden Piraye'nin ölümünün ertesi günü, oğlu Memet Fuat anılarını yazmaya başlamış, iki yıl boyunca çalışmış ve anlatacağı daha pek çok şey varken yazdıklarının yettiğini söyleyip bitirmiş. Memet Fuat'ın edebiyat dünyamıza kattıkları malum, toplumcu gerçekçi kanada yakınlıktan ötürü yazdığı öyküler ve şiirler gündelik problemlere ağırlık veriyor, bunun yanında yayıncılığı ve eleştirmenliği -bana göre- daha önemli. Ne yazık ki anılarında bu uğraşlarına pek yer vermiyor, daha çok Erenköy-Göztepe-Altunizade üçgenindeki eski zaman insanlarına ve köşklerine değiniyor, kendi çocukluğuna ve gençliğine yükleniyor, çağrışımlardan yola çıkarak geçmişi inşa ediyor. Tabii bu geçmişte uğruna onca şiir yazılan, doludizgin bir aşkı bir yere kadar, her şeye rağmen sürdüren Piraye'nin ağırlığı var, anne olarak oldukça sevecen, çocuklarına düşkün bir kadın, öte yandan Fuat'ın incelikle anlattığı Nâzım Hikmet'in Piraye'si aşkına sadık, eşi Çankırı'da ve Bursa'da hapis cezasını çekerken elinden geleni yaparak eşini yalnız bırakmayan bir kadın. Çankırı'da ev tutuyor, insanların söylediklerine kulaklarını tıkayarak sevdiği adamı görmek için yüzlerce kilometre yol gidiyor. Utanırmış Piraye, Nâzım Hikmet'in coşkunluğuna sahip değilmiş, herkesin içinde sarılıp yakınlaşmak istemezmiş. Uyumsuz gibi duruyorlar, aşk sürdüğü müddetçe bu uyumsuzluk çekicilikle birmiş ama sonrasında başka kadınlar ortaya çıkınca, Nâzım Hikmet'in de salıverilmesi gündeme gelince bir mektup ayırmış ikisini. Mektupta artık bir araya gelmelerinin mümkün olmadığı yazılıymış, Nâzım Hikmet'in yeğeni, değerli çevirmen Rasih Güran ağlayarak getirmiş mektubu. Piraye soğukkanlılıkla karşılamış ayrılığı, zaten bir gün ayrılacaklarını, aldatılmalara daha fazla katlanamayacağı bir zamanın geleceğini bildiğini söylüyor. Sonrasında Nâzım Hikmet'in barışma çabaları olmuşsa da Piraye için biten bitmiş, geriye dönmek mümkün değil. İlk evliliğini on beş yaşında yapan, iki çocuk doğuran ve on yedisinde kocasının kendisini bırakıp gitmesiyle hayal kırıklığına uğrayan Piraye, ikinci hayal kırıklığından sonra hayatına kimseyi sokmamış bir daha, Nâzım'dan sonra bir daha kimseyi öyle sevemeyeceğini söylemiş ve yalnızlığa çekilmiş.
Memet Fuat hatırlıyor, 1995'ten 1920'lerin Kadıköy'ü pek parlak, güzel gözüküyor. Küçükyalı'da oturuyorum ben, anlatılan yerlerde birçok kez bulunduğum, boş zamanlarımda sokak sokak gezdiğim için gözümde canlandı her şey. Ethem Efendi'deki köşk otuz dönümlük arazi üzerine kuruluymuş, bir ucu istasyona yakın, diğer ucu bugünkü Bağdat Caddesi'ne bakıyor herhalde. Muazzam büyük bir alan, komşu köşklerle birlikte dev bir yeşilliğin içinde birkaç binadan başka bir şey yok. Hatırlayamadığım pek çok yazar bu yakanın o zamanlarını anlatmıştır, şimdi hatırladığım iki metin: Melih Cevdet Anday'ın Aylaklar romanı, bir de Peride Celal'in bir romanı, neydi o? İnsanlar sahile inip denize girerlermiş, Pendik'e kadar sahil varmış, müthiş bir şey. Sonra parsel parsel satılmış tabii bu arsalar, önce başka köşkler belirmiş, sonra bu köşkler de yıkılıp koca koca apartmanlar dikilmiş. Numunelik birkaç köşke rastlayabilirsiniz, daha çok üst taraflarda. Erenköy Fizik ve Tedavi Hastanesi'nin bahçesinde bir tane var, über süper lüks bir iki sitenin bahçesinde de duruyor öyle, cıvık bir beyaza, kırmızıya boyanmış, geçmiş zamanın güzellikleri berbat edilmiş. Zevksizlikte çığır üstüne çığır açıyoruz, malum. Neyse, Fuat'ın dedesi Mehmet Ali Paşa'nın anılarda aslan payı var, köşkün sahibi olarak hemen her yere burnunu sokan uçarı bir adam. Torunlarını o kadar seviyor ki Fuat'ın aşırı kilo aldığı bir dönemdeki zayıflama çabalarına karşı çıkıyor, torununa yedirdikçe yedirmek istiyor ve istediğini yapamayınca onca orduyu yönettiğini ama bir çocuğu yönetemediğini söyleyip torununu kovalamaya başlıyor. Matrak bir adam. Oğulları, kızları, hepsi ayrı bir alem. Kimin kim olduğuna pek girmek istemiyorum, o kadar çok insan var ki işin içinden çıkamam, çok önemli olaylara değineceğim sadece. Bir iki detay vereyim ama, o dönemdeki çoğu aile birbirini tanıyor, İstanbul o zamanlar küçük bir yer, dolayısıyla ailelerde pek gizli saklı olay olmuyor. Piraye'nin ilk eşi Vedat Örfi Bengü çok yönlü bir adam, yazarlığı var, müzisyenliği var, yönetmenliği var, yerinde duramayan biri. Paris'e gidiyor ve başka kadınlarla takılmaya başlıyor. İlginç bir şey, Vedat Örfi'nin Mısır sinemasının kurucusu olduğu yazılıp çizilmiş bir zaman, Mısır'a geçip orada birkaç film çekmiş, tekniği öğretmiş sanırım. Neyse, kadınlarla olan mevzu hemen duyuluyor tabii, Piraye dört yıl bekledikten sonra ümidi kesip babasının evine dönüyor, talipleri çıkıyor ortay. Sonra Nâzım Hikmet'le tanışıyor ve hayatı bir kere daha değişiyor. Cihangir'deki evde yaşamaya başlıyorlar, Nâzım Hikmet sinema sektöründe çalışıyor o yıllarda, hapse girmeden önce. İpek Film için film çekiyor, seslendirme yapıyor, Shakespeare'den çeviriler yapıyor falan, ekmeğini sinemadan kazanıyor yani. Erenköy'deki köşkte de filmler çevriliyor haliyle, Muhsin Ertuğrul başta olmak üzere pek çok sanatçı gelip gidiyor eve. Bu dönemin anıları çok hoş, yokluklar içinde bir şeyler yapmaya çalışan insanların mücadeleleri. Köşkte çalışanlar, çalışanların çocukları, komşular, komşuların çocukları derken kadro genişledikçe genişliyor, nehir anı bu. Bir iki mesele tekrar tekrar ele alınıyor dolayısıyla, kronolojik bir yapı yok.
Abdülhamid bahsi ilginç. Dede ketum, pek bir şey anlatmıyor, kardeşinin padişah damadı olması dolayısıyla ülke dışına çıkarıldığı zaman da pek bir tepki vermiyor. Dedesinin Abdülhamid'e dair anlattığı tek bir anı var, o da ekmeğe zam yapıldığı zaman Abdülhamid'in odasında döne döne uyuyamadığı. Bunun yanında açıktan bir övgü veya yergi yok. Atatürk'le ilgili de aynı durum söz konusu, doğrudan bir söz, bir şey yok. Cumhuriyet ilan edildikten sonra pek bir şey yok, Fuat anlatmıyor en azından. Tek bir nokta var, mimariyle ilgili bir meselede yeni çıkan bir kanuna uymuyorlar, sorunu tanıdıklarıyla hallediyorlar, sıkı ilişkileri var kısacası. Nâzım Hikmet'le ilgili meseleye güçleri yetmiyor tabii, Fevzi Çakmak'ın kızından yardım istiyorlar, ağır hasta olan ve kızını çok seven Fevzi Çakmak mevzu açılır açılmaz çıkıp gidiyor odadan, kızını dinlemiyor. Çok sonraları yurt dışından yükselen protestolara yurt içindeki sesler de karışıyor da o şekilde serbest kalıyor Nâzım Hikmet, bir süreliğine tabii. Tekrar hapse girme tehlikesi ortaya çıkınca Refik Erduran'ın yardımıyla Rusya'ya kaçıyor, iyi de ediyor. Başka bir ilginç mesele, Yahya Kemal hakkında kötü bir şey söylemiyor ve söyletmiyor Nâzım Hikmet, Galata Köprüsü'nde tek başına eylem yapan annesini görmezden gelen şaire duyduğu saygı büyük. Annesiyle Yahya Kemal arasında bir şeyler yaşanmış, Yahya Kemal evlilikten son anda vazgeçmiş diye hatırlıyorum, yanlış olabilir.
600 sayfa boyunca geçmişin bir muhasebesi tutuluyor, şahane. Memet Fuat'ın okul yılları, üniversite yılları, Nâzım'la geçen zamanları, askerlik dönemi derken kişisel bir tarihin en parlak anlarına şahit oluyoruz, pek hoş. İlgilisi mutlaka okumalı.
Metnin çevirmeni Orhan Koçak'ın sunuş yazısında şunlar var: Beckett bu metni 1930'da yirmi dört yaşındayken yazmış, Paris'te öğretmenlik yaparken. Metnin sipariş edilmesinden yazılışından sonrasına kadar geçen sürenin kısaca incelenmesi var sonra, Beckett metni yazarken metnin basılıp basılmayacağından emin değilmiş mesela. Yeni tanıştığı Joyce'un isteğiyle yazdığı Joyce hakkındaki yazıda izlekler ve biçimlerle daha çok ilgiliyken, kısacası meselesini olabildiğince dağıtırken bu metinde sadece Proust'a odaklanmış, Proust'un üslubunun dışarıda, daha ötede bir noktaya odaklanmayı engellediği seziliyor, Koçak'a göre Beckett metnin başlarında Kayıp Zamanın İzinde'ye belli bir mesafede durarak anlatıyı değerlendirirken sonlara doğru hayranlığını gizleyememiş. Proust hakkında önceden çıkan yazılara pek gönderme yok, Gide, Cocteau, Anatole France gibi yazarların değinilerine yer verilmemiş. Beckett'in minimalist üslubunun izlerini bu metinde bulamıyoruz, Koçak'a göre "allamelik" yapıyor Beckett, dolaşımdan çıkmış ya da hiç anlamı olmayan sözcüklere düşkünlük metnin tamamında görülebiliyor. Bunun yanında Proust'un üslup sorunu değil, bir görü sorunu taşıdığını söylerken kendisinin gelecekteki üslubuna biçilecek payeyi de önceliyor gibi gözüküyor, esinlenmenin küçük bir izi. Beckett kendi yazdığı kitaba notlar düşmüş, "ucuz, parlak bir felsefi jargon" kullandığını belirtmiş, "travmatik zamansallık" mefhumunu açabilmek için kendi edebiyat kuramını oluşturmaya dönük bir uğraş. "Yekpare, geniş bir anın parçalanmaz akışı" için -Koçak'ın deyişi bu, Tanpınar'la Proust'un Bergson kaynağından beslenmelerine binaen- Bergson'a uğruyor Koçak, yanlış hatırlamıyorsam Proust pek de iyi bir Bergson okuru olmadığını söylüyordu, akrabalık bağlarından ötürü belli bir sıklıkla görüşmeleri, ettikleri sohbetler Proust'un fikirlerini biçimlendirmiş olabilir tabii. Bergson'dan ayrı düştüğü noktaları anlattığı bölüm bir yana, anlatısının "Bergsoncu roman" olarak görülebileceğini söylemesiyle kendisini Bergson'dan pek de uzağa düşürmüyor. Beckett'in ele aldığı konulardan birini teklik (tekillik?) üzerinden değerlendirebiliriz, Beckett'e göre nesnenin belirli veçheleri herhangi bir olumlu senteze varmaz, nesne evrim geçirir ve sonuca vardığında vakti geçmiştir bu sonucun. Proust'un metninde bir özne-nesne ayrımından bahsetmek son kertede biraz zor, elbette anlatıcının özneliğinden bahsedilebilir ama nesneler yol açtıkları anlatı parçalarından sonsuz bir akışı sürdürürler, anlatı bu akış üzerinden sürüp gider, öznenin özne olarak değerlendirilebileceği tek nokta bu akışı nereye bağlayabileceğine karar vermesidir ama bu bağ ne ölçüde anlatıcının/Proust'un elindedir, özgür iradenin muğlaklığında bir fikir belirtmek zor. Burada sadece bir anlatma itkisinden bahsedilebilir belki, Proust büyük anlatısının sonunda metnini tamamlayabileceğinden şüphe duyduğunu, uzunca bir süre bu şüpheyle boğuştuğunu söyler, ağır hastadır ve anlatacaklarının bitmediğini sezdirir, bir yaşamın tek bir nefeste anlatılması gibidir onun eylemi, soluk almasını giderek güçleştiren hastalığını bir anlatı biçimi olarak kullanmış gibidir, soluksuz bir almaşıklık, tek hamlede boydan boya geçilen bir hayatın taşıdığı her şeye dokunma çabası.
Beckett, Proust'un zaman algısına odaklanıyor en başta, Proust kuracağı yapının iskeletini anlatının bir noktasında ele alıp neden-sonuç ilişkilerini ayırma, sıraya koyma ediminden ayrı düşmesinin sanatçının olumsuz bir konuma yerleştirileceğini düşünür ama edebiyatın bütün kurallarına rağmen metnini istediği gibi kurar. Anlatıda Zaman'da yer alan nesneler büyük bir köke bağlı olan mikro zamanlar olarak tekrar belirir, doğrudan bir çağrışım ve canlandırma aracı olarak belleğin kullanımının kontrollü bir sahteliğe yol açacağını düşünür, oysa tek bir gerçek ve tek bir yeterli canlandırma tarzı vardır ve bu denetim dışındadır, bilincin uzanamadığı bir noktadan doğar bu gerçeklik, sadece takip edilebilir, kontrol edilemez. Gelecek de bu gerçekliğin bir parçasıdır, anlatıdaki öte zamanlar bir şekilde gerçekleşmiş, anlatılmayı beklemektedir. Albertine'in kaçma olasılığını kaçışından ayıramamak bunun bir örneğidir, anlatıcı bütün olasılıkların anlatısını tek bir anda birleştirip kurgusunu bu yoğunluk üzerine kurmaktadır. Beckett, Marcel-Albertine ilişkisi üzerinden özne-nesne ilişkisine kapı aralar, bu konuda önemli bir cümle: "En iyi olasılıkla, Zaman içinde gerçekleştirilebilecek şey (Zaman'ın verebileceği şey), ister Sanat'ta ister Yaşam'da, ancak parça parça, bir dizi kısmi ilhak yoluyla elde edilebilir - asla bütünsel olarak ve bir anda değil." (s. 27) İlhaktan kastı zaman parçalarının manipüle edilerek âna tıkıştırılması olarak görüyorum, öte yandan bu bir travmatizasyon sonucu olarak ortaya çıktığı için Beckett'e göre "Proust'gil kötümserlik" olarak görülüyor. "Bellek ve Akışkanlık, Zaman kanserinin yüklemleridir." (s. 28) Bu iki ögenin metin üzerindeki etkilerine bakıyoruz, dünyanın her gün bir kez daha yaratılması gibi yaşam da art arda gelen, aynıymış gibi görünen ama tekrar tekrar yaratılan alışkanlıkların toplamıyla yaratılır, her günün aynılığı defalarca gerçekleşen uyuma, uyanma, kıskançlık gibi duygular üzerinden, François gibi karakterlerin karikatürlüğü vasıtasıyla dile getirilir, anlatıdaki temel kötümserliği en çok besleyen olgu bu durumun yol açtığı kırılma anlarında yaşanan duygulanımın anlatıcı üzerindeki olumsuz etki olarak görülebilir. Mutsuzluk demeye de elim varmıyor, anımsamadan kurtulamamanın ve bu kurtulamayıştan beslenmenin yol açtığı tatminin döngüsünden kaynaklanan kötümserlik, ne kadar kötümserlikse. Bunun pek çok örneğine rastlayabileceğimizi söylüyor Beckett, anlatıdan örnekler veriyor, ayrılık acılarına değiniyor, Albertine'in arazi olmasından yola çıkarak anlatıcının hissettiklerini irdeliyor, yitirilmiş Cennet'e kadar vardırıyor işi.
Anımsama. Proust'un zayıf bir hafızası olduğunu söylüyor Beckett, bu yüzden algı parçalarına yol açan her bir ögenin sıkıca tutulduğunu, dikkatsizlik sırasında kaydedilenlerin kurmacaya doğrudan sokulduğunu belirtiyor. Proust'un belleği bir "çamaşır ipi", asılanlar dışında asılabilecekleri ve asılanları da hissediyor. Çok sayıda benliğin defalarca kurduğu anlatılar bir şekilde bir araya gelerek metni oluşturur, kasıtsız bir biçimde. "Yapıtı bir kaza değildir, ama kurtarılmış olması kazadır." (s. 37)
Zaman, Alışkanlık ve Bellek üzerinden bir Proust okuması, üstelik Beckett'in kaleminden. On numara.
Armağan. Altıok'tan geriye ne kaldıysa. Mektuplar, fotoğraflar, Altıok'un öğrencilerinden arkadaşlarına kadar pek çok insanın anıları, küllerden geriye ne kaldıysa. Metin Altıok'un kızı Zeynep Altıok Akatlı'nın hazırladığı bu metin, Şair'in yaşamına açılan genişçe bir pencere.
Son bölümde Sivas Katliamı'nın ardı detaylarıyla anlatılmış, çok değinmeyeceğim. Göstermelik birkaç hapis cezası verilmişti, ardından dava düştü, hapistekiler salıverildi, ceza alması gerekenler alttan alta kollandı, anma etkinlikleri biber gazlarıyla sabote edildi, pek çok rezillik yaşandı kısacası. Kimin söylediğini hatırlamıyorum şimdi, biri, "O gün devlet orada yoktu," diyor. Devletin orada olup bir köşeye çekildiği en acı olaylardan biri bu, dönemin politikacılarının demeçleri insanlık suçlarının bir derlemesi gibi, korkunç. Bu devlet kendi evlatlarına kıyım kıyım kıydı, kıymaya devam ediyor, dehşetlerle dolu bir dünyada insan kalmaya çalışanlara selam.
İnsanların Metin Altıok hakkında söylediklerine odaklanacağım.
Meral Altıok, kız kardeş. Aile hakkında birkaç şiirden birkaç parça var, Meral Altıok'un söylediklerinden çıkardıklarımızla Şair'in çocukluğuna dair bir şeyler bulabiliriz. "Günlerdir birlikte yaşadığımız mutlu bir çocukluk anımızı hatırlamaya çalışıyorum. Üzgünüm ama bulamıyorum. Biz hiç çocuk olmadık. Ağbi-kardeş hiç oynamadık. Biraz aramızdaki yaş farkından, biraz annemiz yüzünden. Kısacası, mutsuz bir ailede, hüzünlü bir çocukluğu paylaştık seninle." (s. 21) Metin Altıok orta üçe giderken tavan arasındaki odayı vermişler ona, yukarıda kendine bambaşka bir dünya yaratmış. İlk resimler, ilk şiirler orada şekillenmiş. Böyle bir çocukluğun benzerini yaşayanlar kendilerine bir alan, bir uğraş, dünyadan bir şekilde çıkartan biricik bir yol bulur, bulmuştur. Altıok'un daha çocukken sevgisizlikle tanıştığını anlıyoruz, hatırlanan bir acı var, sonrasında Şair'in yaşamı karanlığa boğulduğu için bu anının her an yeniden yaratıldığını, yaşatıldığını söyleyebiliriz.
Sedat Hindioğlu. Camus, Kafka, Sartre okumuşlar, Huxley'nin distopyalarına odaklanmışlar, Neruda, Baudelaire, Lorca okurlarmış, bunun yanında Altıok'un Ezra Pound'a ve T. S. Eliot'a ayrı bir düşkünlüğü varmış. Edebiyat öğretmeni Belkıs Zincirkıran ve resim öğretmeni Şeref Bigalı, Altıok'un yeteneklerini keşfetmişler ve Şair'in çalışmaları konusunda cesaret vermişler. Ertam Özen'in anlattıklarına göre lisedeki tiyatro oyunları Altıok olmadan olmazmış. Bostanlı'daki tek balıkçı kahvesinin bir köşesini kitaplık haline getirmişler, şiir okuyup tartışırlarmış orada. Dernek bir bakıma, birbirlerini besleyen arkadaşların oluşturduğu bir oluşum. Altıok Ankara'ya gidene kadar birlikte zaman geçirmişler, sonra yollar ayrılmış. Abdullah Nefes otuz yıllık tanışlıklarını dönemlere ayırarak anlatıyor, Altıok'un Bingöl yıllarından bahsederken Altıok'un taşra yaşamından hoşnut olmadığını, üstelik resmin peşini bıraktığını söylüyor, resim Altıok'un peşini bırakmamış olsa da. Kültürel çoraklığın orta yerinde şiire sığınmış Şair, Ankara'ya on saatlik mesafede. Dağda bir pars iskeleti, orada ne işi varsa parsın. İntihar provaları, votka, şiir. Alkol bağımlılığı yüzünden/sayesinde erken emeklilik, ardından Ankara günleri. Ahmet Erhan, Behçet Aysan, birçok arkadaşla şiir konuşulan günler. Ankara-İstanbul yolculukları, Mustafa Irgat'ın, dolayısıyla Mina Urgan'ın Moda'daki evlerinde Turgut Uyar, Tomris Uyar, Füsun Akatlı. Ayrılıklar, Altıok'un memleketine yakın bir yerde öğretmenlik için başvurusu, dönemin hükümetinin Bingöl'e çıkardığı tayin, sonrası kavaklar. Oruç Aruoba'nın fakülteden arkadaşı Altıok, sofralardaki muhabbetler: Füsun Akatlı'nın DTCF'den atılışı, Nusret Hızır'ın gariplikleri, Bilge Karasu'yu Bölüm'e sokma entrikaları. "Metin'in -ve daha ılımlı olarak- Füsun'un kendilerine özgü Marx'çılığı ile benim 'ultra-burjuva' Nietzsche'iliğim tokuşurdu, rakı kadehleriyle birlikte; ama, öyle ahım-şahım bir anlaşmazlık oluşmazdı pek." (s. 58) Altıok'un şiir yazdığını bilmiyorlarmış o yıllarda, daha çok resimleri biliniyormuş ki Ankara'da sergi açmış Altıok, şairliği 35'inden sonra.
Ahmet Say'ın tanıklıkları çok önemli. Fazıl Say'ın babası olan Ahmet Say, Altıok'un bir büyüğü ve yakın arkadaşı. Amme İdaresi Enstitüsü'nde çalışan -zamanla bu çalışma tavsamış, Altıok'un memuriyet yaşamı düzenli bir ölümü çağrıştırıyor açıkçası- Altıok'u Fazıl Say da anlatıyor bir yerde, Nâzım Hikmet'in ve Metin Altıok'un şiirlerini gittiği her yere götürürmüş Fazıl Say. Neyse, Altıok'un evliliğinin sallanmaya başladığı yılları anlatıyor, Şair evinden ve işinden ansızın ayrılmış, dokuz yılını geçireceği Bingöl'e gitmiş. Mektuplarında üç yıl kalıp döneceğini söylerken neden dokuz yıl boyunca orada kaldığını anlamadım, zorunluluktan sanırım. Batıya tayinle gelebilmek çok zor, özellikle felsefe öğretmenliği için bu durum daha da zor olsa gerek. Altıok ana caddesi dışında yollarının çamura bulandığı Bingöl'den ara tatillerde ve yaz tatillerinde çıkabilmiş, şiirlerini postayla göndermiş ama kitaplarının basımı konusunda işin kovalanması gerektiğini, birebir görüşmeler yapmasının zorunlu olduğunu anlatıyor. Bingöl Lisesi'nin durumunu merak ettim, öğrencileri tarafından sevilen, okula gelen müfettişlerin tanışmak için can attıkları bir öğretmenin neden başka bir liseye sürüldüğüyle ilgili bir bilgi yok. Oradan da Karaman İmam Hatip Lisesi'ne başka bir sürgün, herkes cuma namazına giderken nöbetçi olarak okulda kalan bir felsefe öğretmeni neyin şiirini, neyin resmini yapacak? "Metin, kendine eziyet etme yöneliminde olduğu için, hatta bunu biraz yaşam biçiminde dönüştürdüğünden, şiirinde de zora koşmuştur kendini." (s. 66) Zorla, kanırta kanırta yaşanılan bir yaşamdan küller ve alevler fışkırdı, yaşamın çatlağı şiirlerden.
Mehmet Taner'den, bir şairden başka bir Şair'e buruklukla dolu sesleniş: Cemal Süreya'nın ikisine de omuz verdiği bir anı, sonra Selahattin Hilav'dan şahane bir edepsizlik: Sofrada otururlarken Hilav, Bâki'den bir dize okuyor, Altıok'a dizenin hangi şiirden olduğunu soruyor. Altıok susuyor, cevap vermiyor. Hilav çıkışıyor: "Bâki'yi bilmeyen adamdan şair mi olur, sana SIFIR veriyorum" diyor, böbürlene böbürlene konuşmaya başlıyor. Konuşması bitince bu sefer Altıok kalkıyor ayağa: "Otur Selahattin, ON!" Severmiş Hilav'ı Altıok, sofraya geçilmeden önce Hilav'ı arkadaşlarına anlatmış, adama duyduğu sevgiyi göstermiş, sonra olanlar ne kadar da can yakıcı. "Bizlere, hepimize kırgın mıydı? Onu Bingöl'de unutmuştuk." (s. 72) Bu çok hüzünlü bir şey işte. Remzi İnanç haricinde değinen yok, Altıok bir gece bileklerini keserek intihar etmeye çalışmış ama ikinci eşi Nebahat Çetin Altıok hastaneye yetiştirmiş hemen, bir gece boyunca ölüm ve kaybetme korkusuyla sabaha kadar beklemiş. Altıok'un anlattığına göre yirmili yaşlarında adamlar olay çıkarıyormuş sürekli, korkunç bir okulmuş, çok zorluk çektiği belli. Bunun üzerine yalnızlık, tek başına sürdürülen şiir uğraşı, çok zor. Bunun yanında bir o kadar da güçlü, başkalarınca biraz olumsuz gözle bakılan bir yorum var, Özdemir İnce'nin Altıok'a söylediği "alaturka şiir" yorumu. Hafifsemeci bir yaklaşım gibi gözüküyor, İnce pek öyle anlatmasa da. Altıok sevmiş bu yorumu, olumlu tarafından ele almış ve şiirinin gerçekten de alaturkalık taşıdığını söylemiş. Biçim Batı'dan Doğu'ya pek çok kaynaktan şekillenmiş, içerik alaturka, o la la. İnce'nin öğretmenlik konusundaki katkılarından da bahsedeyim, İnce'nin arkadaşı Aydın Uğur'un babası Necdet Uğur o sıralarda Milli Eğitim Bakanı ama İnce meseleyi Emre Kongar'a açıyor, Emre Kongar işin tamam olduğunu söylüyor. Tamam olan yer Bingöl, Altıok'un istediği yer İzmir, Muğla. Bir anda ülkenin kuş uçmaz bir yerine yolculuk beliriyor ufukta.
Fotoğraftan kesilen Şair'in omzunda durmadan kanayan bir el var, hikâyesini bilen biri var, şimdi hatırlamıyorum kim, anlatmıyor ama. Acı dolu bir anı yine, şiire taşmış. Merak ettim hikâyeyi ama başka bir detay bulamadım.
Son bir anı, Eren Aysan'dan: "Önceden karar verilmiş... Behçet'in bütün dostları muayenehanesinde toplansın diye... O gün arkadaşları onu anacak... Kapıdan içeri girer girmez o büyük yakıcı sessizliği hâlâ hücrelerimde bile duyumsuyorum. Annem salondaki berjer koltuğun tahta koluna başını dayamış ağlıyor.. Ali Cengizkan sırtını duvara dayamış, ağzını bıçak açmıyor, Şükrü Erbaş Edebiyatçılar Derneği adına gazete için yeni bir ilan hazırlıyor; Ahmet Erhan bir sandalyeye ilişmiş; Akif Kurtuluş gözleri kıpkırmızı, yüzünü yere indirmiş, başını kaldırmıyor... Soru sormuyorum artık... Anladım her şeyi... Onu da kaybettik... Metin'imizi... Metin olmak artık çok zor..." (s. 117)
1980'lerden öyküler. Tamamında bir eksikliğin izi sürülüyor, en barizi şiire yakın olan son öyküde. "Özeti", bir özlemin sunumu olarak görülebilir. "Yaşanılır yazılmazlık" durumunun çatlaklarından sızanlar dize dize sıralanmış. Geceden korkuluyor, sevilenin acılarının dinmesi bir teselli olarak görülüyor, çalar saate göre sıçranan ve düşülen bir sabah ermiş, kendini yitirmişlik korkusu ayyuka çıkmış. Telefonda bir ses, mesafeleri aşıp gelen yansı. Gece ağırlaşıyor, dünyada bir başına kalmayı öğrenmeye çalışıyor anlatıcı, ömür kadar kısa ve çekilen acılar kadar uzun olan bir şeyin varlığını arıyor ama bulamıyor, biriciklik inci gibi parlıyor, acı körlüğüne yol açıyor. Gözler bitik, görmeye değer bir şey yok. "Kırk yılın sabahı" bütün ağırlığıyla çöküyor, onca zamanın vardığı nokta muazzam bir yük. Unutmak için karanlığın kollarına atılmak, kağıdın bir yüzünde yoksunluğun dile getirilmesinin yol açtığı sevinç, hele gökyüzü paylaşılıyorsa. En tunç ayrılık bile gökyüzünü farklı renklere boyamıyor, aynı mavi. Ağlanacak şeyler için ayrılan zaman, yazı bu zamana ait. Evin içini dolduran tek şey, geri kalanı boşluk. Evler bu zamanlarda bütün kapılarını açıyor, dışarısı daha az anı taşıdığı için. Sokağın hafızası kuvvetli değil, çoğu şey sokakta ve sokak tarafından unutulabilir ama evlerde köşeler var, elektrik süpürgesiyle tozları alınan köşeler, elektrik süpürgesinin temizlendiği, köşesine konduğu, biten bir işin ardından sevginin izlenebildiği köşeler. Eşikler, el ele geçilir. Dolaplarda birlikte alınan kıyafetler. Ne bileyim, evlerden bir an önce kurtulmak gerekiyor. Biri diğerinin gitmesini ister, döneceğini düşünür ama diğerinin dönmeye niyeti yoktur, yorgundur, kurtulmak ister. Dönmez. Birkaç yıl sonra belki önünden geçer de penceredeki saksıyı yerinde göremeyince bir anlığına durup düşünür, yürümeye devam eder. Farklı zamanların acısı değişmiyor da siliniyor yavaş yavaş, garip. İnsan içinde bir yerleri kurcalıyor, eli bir şeye değmediği zaman şaşırıyor, sevinmiyor veya üzülmüyor da, sanki daralıyor. Bu öykü de dar bir öykü, şiir darlığında, şiir darlığı ölçüsünde genişliğinde. "Sevgilim Öğretmenim" diyor anlatıcı, Filiz Tosuner'in gölgesi örtüyor metni. Bilmiyorum, bilmek de istemiyorum, çekilen acının karşısında susmaktan başka bir şey gelmiyor içimden.
"Seni Bırakmam"a bakıyorum, "Çılgınsı"nın Açıklanması alt başlığıyla isim koymanın izlenimlerine yol açılıyor. Brautigan'ın güzel bir şiiri var, şimdi şiirin adını hatırlayamadım ama çılgın bir şeydi o da, Brautigan üç dizede başlığın altını yıllar boyunca dolduramadığını anlatıyor. İsim koyulmuş ama gerisi gelmiyor bir türlü, burada tam tersi var. Öykünün yazılmasıyla birlikte isim de oluşmaya başlıyor ama her zaman olmuyor bu, bazen öykü hiçbir ismi konduramıyor kendine, yazar için okyanusu geçip bir damla suda boğulmak gibi, tam tersi de geçerli, belki de isim okyanustur. Her neyse, yoldan geçen balıkçının çın çın sesi ismi de peşinden getirir gibi oluyor ama ses kaybolur kaybolmaz anlatıcının hayal gücü duruyor, hiçbir şey gelmiyor aklına, sonrasında çınlamaları bekliyor. Öykü bitmişse de ismi olmadan yarım demektir, bu yüzden sancılı bir bekleyiş başlıyor, baş ağrıları başlıyor, doktorun tavsiyelerine uyuluyor ve nihayetinde isim geliyor: "Çılgınsı". Evdeki kedilerle, anlatıcının konuştuğu -artık her kiminse- sesle birlikte geliyor. Tosuner'in üslubunun parlaklığı bu öyküde ve diğer öykülerde biraz daha göz alıcı, sözcükler imlediklerinden daha fazlasını taşıyor, dolayısıyla yoğun bir okuma şart, yoksa öykünün bir yerinde geçen ayracın finaldeki diyalogda, öykünün son sözcüğünü neden kestiğini anlamak zor. Ayraç varsa isim de vardır, yarıda kalan hiçbir şey yoktur çünkü.
"Esmer Kim, Kim Zenci?" öyküsü. Esmer yavru bir kuş, anlatıcının evine getiriliyor. Adı henüz esmer değil. Çalı bülbülü. Kedilerden korkutan bir kuş, pençelerden uzak tutulması için kediler feda ediliyor. Kimliği belirsiz "o", anlatıcı için "biz" olmaktan çıkmaya yakın, bir kaygının izi var. "O"na söylenenlerin arasında zencilik de geçiyor, mutlu edememek geçiyor, bir adam bulmak geçiyor, biten bir şeylerin ismi konmuş bu kez. Yine de yolculuklara çıkılıyor, Esmer komşulardan birine bırakılıyor ama tatilden dönen sahiplerinin yanında şakımıyor artık, bırakıldığı için susuyor, evine geri dönmek istemiyor. Komşuda bırakıyorlar kuşu, bir süre sonra evden taşınıyorlar, Esmer'e ne olduğu bilinmiyor. Zenci'ye ne olduğu biliniyor onun yerine, yalnız biri haline geliyor. Muhtemelen. "Sonsuz"a bir bağlantı var gibi görünüyor, anlatıcı kendisinin öküzlüğünü ve develiğini belirli anı parçalarıyla sorguluyor. Vapurda bir an, öküzlük. Develik kamburluğu çağrıştırıyor, bıyıklar da o günlerde iyice görkemli olunca Tosuner'in silueti beliriyor. Öküzlüğün belirtisi de en sonda zannediyorum, karşılamaya gidilmeyen bir şey sormuyor, karşılamayan bir şey sormuyor, geceye bakılıyor bir tek. Yorumlara açık öyküler, söylenmeyenler daha bir öykü hatta.
Kalan beş öykünün pek azı aynı izleği sürdürüyor, bazılarında Kafka'nın anlatılarına yakın bir sıkıntı mevcut, bazılarıysa bir nevi yüzleşme. Erinmenin sonuçlarıyla, ertelenenlerle.
Tosuner'in öykülerinde gizlenen anlamları bulmak, acıları duymak, küçük sevinçleri yaşamak hoş bir deneyim. İyi öyküler.
Gökalp Baykal'ın müzisyenliği başarılıdır, 2000'lerin ortasında denk geldiğim şarkılarını sevmiştim. Akademisyenliği hakkında bir fikrim yok, o da iyidir diye umuyorum. Neyse, kendisi Bob Dylan'ın Türkiye amiri olarak anılabilir, 80'lerin ortasında ve sonunda Dylan üzerine iki çalışması ve Roll gibi önemli dergilerde yazıları var. Ben bu iki çalışmaya Kadıköy'deki çok gizli kaynağımda rastladım, biraz da kesenin ağzını açarak iki kitabı da satın aldım. Birazdan anlatacağım bu uzun metin aşağı yukarı on yıldır elimdeydi, biraz göz gezdirmiş olsaydım bu kitabın diğer iki kitabı da içerdiğini görüp para harcamazdım hiç, koleksiyoncu değilim çünkü. Koleksiyona ayıracak param yok, bir şeyleri biriktirmeyi de hiç sevmem, evi dolduran onca kitabı satacağım günü bekliyorum. Muhtemelen bina kentsel dönüşüm kapsamında yıkılacağı zaman olur bu. Neyse, Baykal'ın Dylan konusunda yetkili bir abi olduğunu söylüyordum, kendisi de bir fan olmaktan çok daha öte bir yerde durduğunu söylüyor. "Dylan'ın çocukluk günlerinden başlayıp günümüze uzanan inişli çıkışlı, hatta fırtınalı yaşamını farklı ağızlardan aktarmak sıkça başvurulan bir yöntem olagelmiş. Ben de bu araştırmayı oluştururken benzer bir yol izlemekten çekinmedim. Ancak benim yaklaşımım, ağırlıklı olarak Dylan albümlerini ve filmlerini esas almak oldu; tarih şeridini albümlere dayandırarak, eserlerini yaşam öyküsünün önüne aldığımı baştan belirtmekte yarar görüyorum." (s. 10) Şairin yaşamı şiire dahil, o halde albümlerde bir yaşamın izini sürmek mümkün. İzlerin derinliğine göre elbette, Dylan'ın müziği çalkantılı yaşamıyla paralel bir şekilde değişiyor ama yaşamına dair çoğu detayı atlıyor, belki de yüzlerce şarkı arasında hayatının karanlıkta kalan bölümlerini irdeleyen şarkılar da vardır ama albümlere giremeyenler, düşünsel düzlemde kalanlar, yok edilenler bazı gizemlerin açığa çıkmamalarına neden olmuş olabilir. Baez'le yaşanan kırılma noktalarını Baez'in anlattığı kadarıyla biliyoruz örneğin, Baykal'ın metninde Dylan'ın ve arkadaşlarının Baez'le dalga geçip kadını ağlatmaları, Dylan'ın bir noktaya kadar değiştirebildiği geçmişi bir gazeteci tarafından ortaya çıkarılınca kopan fırtınalar, Dylan'ın bir ödül gecesinde yaptığı sansasyonel konuşma yok, kısacası bu araştırma Dylan'ın hayatına değil, müziğine odaklanıyor. Özel yaşamın detaylarını şarkıların izin verdiği ölçüde görebiliyoruz. Daha iyi, böylece Dylan'ın köklerinin uzandığı kaynaklara ve müziğinin katettiği yola odaklanabiliyoruz.
Aslında Dylan'ın yaşamını I'm Not There süper anlatıyor. Woody Guthrie'nin faşistleri öldüren gitarıyla oradan oraya yolculuk yapan küçük çocuk, Rimbaud, eş, baba, orada olmayan onca kimlikten sadece birinin gölgesi görülebiliyor, uçucu bir varlığın ardında bıraktığı izler belli belirsiz, sadece şarkılar somut, şarkıların ötesinde her şey akışkan. Dylan'ın benimsediği herhangi bir fikir yok. Folk tuttuğu için başlarda folk müzisyeni ama en başından beri rock'n'roll yapmak istediğini söylüyor. 60'ların protest gençliği şarkılarını meydanlarda hoparlörlerden dinlerken herhangi bir politik görüşünün olmadığını, anlık duyguları yakalayıp şarkılarına tıkıştırdığını anlatıyor, buna benzer pek çok sözü var. Ne yana çekilirse ters yana gidiyor, istediği gibi yaşamak, çalmak ve söylemek istiyor, tek istediği şey bu. Hristiyanlık temalı üç albümünde, bu üçlünün öncesinde ve sonrasında yaptığı albümlerde bu görüşünün hayata geçmiş biçimlerini görebiliriz, düşüşe geçtiği 80'li yıllardan tekrar yükseldiği 90'lara, yaşanıp yaşanmadığı kimilerince şüpheli olan motosiklet kazasından Baez ve Susan'la yaşadıklarına kadar hayatındaki pek çok olay, pek çok dönem şarkılarının biçimlerini, uzunluklarını, enstrümantal ağırlıklarını etkilemiş, müziğe bir iş gibi yaklaşmış olsaydı işi formülize edip aynı formatta albümler yapabilir, geçmişin silik bir figürü olarak varlığını sürdürebilirdi ama Dylan'ın en gölgedeki albümünden en iyi albümüne kadar tüm albümleri iyidir, Dylan kendi kendini tekrar etse bile iyidir, zira Dylan'ın kendisi sürekli yenilenen, değişen bir kaynaktır. Bunu kendisi de dile getiriyor, şimdi beş yüz sayfayı tarayıp bulamayacağım ama şuna benzer bir şeyler söylüyor işte: "Kimseyi dinlemedim, bazı şeylerin yanlış olduğunu bile bile yaptım, bazen yanlış yapmak doğrudur." Uydurdum ama onun sözlerine benzedi. Burnunun dikine gittiği için sahnede rezilliğe varan performanslar da sergilemiş, binlerce insana tek bir ağızdan şarkılar da söyletmiş Dylan, hatta konserlerdeki şu çakmak, telefon ışığı olayı ilk kez bir Dylan konserinde yaşanmış. Bir balad, ışıklar sağa sola sallanıyor. Hangi şarkıyla başladı bu gelenek acaba, "Idiot Wind" mi? Yakışırdı. Dylan'ın en kişisel şarkılarından biri. Çok hüzünlü bir kopuşu anlatıyor, majör akorlarıyla minör duyguları taşıyor, öyle bir şey.
Baykal'ın kısa bir değerlendirmesi var başta, Dylan'ın müziğinin dört ana kaynağı olduğunu söylüyor: Yankee, Southern Poor White, Cowboy ve Black. Göçmenlerin müziği günümüzde bile dinlediğimiz türleri yarattı, kuzeylilerin şarkıları daha çok doğayla girişilen mücadeleyi, insanın doğa karşısındaki konumunu anlattı, Dylan da bunları alıp kendi zamanının ruhuyla birleştirerek bir üst seviyeye taşıdı denebilir. Baykal her bir albüm için ayrı bir bölüm oluşturmuş, bu bölümlerde hem albümle, hem de albümün hazırlanışı sırasında Dylan'ın yaşadıkları ve düşündükleriyle ilgili röportajlar var, onlardan birkaçında Dylan geleneğin içinde yetiştiğini, zamanının müzisyenlerini pek dinlemediğini ve çocukluğundan beri Little Richard'a özendiğini söylüyor. 1980'lere doğru elektronik müziğin ağırlıklı olarak kullanılmaya başlanmasından pek memnun değil, bunun doğallığı öldürdüğünü söylüyor. Dylan'ın albümlerini kaydetme biçimi ilginç, tek başına çalıp söylediği albümlerin dışında müzisyenleri stüdyoya topluyor, hemen hiç prova almadan şarkıları çalmaya başlıyor ve müzisyenlerin kendisine ayak uydurmalarını bekliyor. Genellikle kusursuz olarak çaldıkları ilk seferi kaydediyorlar ve üzerinde pek oynamadan albüme koyuyorlar, bir albümdeki gülüşme seslerini hiç atmamışlar örneğin. "One More Cup of Coffee"nin ilk nakaratındaki arızayı da olduğu gibi bırakmış mesela Dylan. Tamamen analog, doğal bir sound -Baykal buna "seda" diyor, bence hoş bir karşılık ama yaygınlaşmadı, bu yüzden de tutmadı" istiyor, bu yüzden biraz zor bir adam. Yapımcıların, diğer müzisyenlerin isteklerine genellikle kulak tıkıyor, gerekirse sert tartışmalara giriyor ve bildiği yoldan sapmıyor.
Hayat hikâyesine ve albüm süreçlerine değinmeden birkaç ilginç hadiseyi aktararak bitireceğim. Araya bu kitapta yer almayan birkaç şeyi de alayım.
* 1956'da liseden sınıf arkadaşlarıyla birlikte müzik yaparken okulun müdürü gelerek mikrofonunun fişini çekiyor. Baykal, okul müdürünün Dylan'ın ilk eleştirmeni olduğunu söylüyor, güldüm buna. Sonradan garip aksanı, garip sesi ve garip stili yüzünden sıkça eleştirilecek olan Dylan'ın daha öğrencilik zamanlarından şerbetlendiğini söyleyebiliriz. Dünyayı takmamaya o yıllarda başlamış açıkçası. Annesinin isteğiyle üniversiteye gidiyor ama okulu bitirmeden New York'a yollanıyor. Ailesiyle yaptığı pazarlıklar sonucunda yaşamından bir yıl "koparıyor", eğer bir yıl içinde kayda değer bir başarı sağlayamazsa dönüp okulunu bitirecek ve Ortabatı'nın sıradan tiplerinden birine dönüşecek. İyi ki tutunuyor New York'ta, önce büyük saygı duyduğu Woody Guthrie'nin ailesiyle ahbaplık kuruyor, sonra büyük singer-songwriter'ın son zamanlarını yaşadığı hastaneye giderek idolüyle tanışıyor, hatta Guthrie şarkılarını Guthrie'ye çalıyor. Ardından Judy Collins'le birlikte takılmacalar, sonra hayatını değiştiren Joan Baez'le tanışması. Baez, konserlerinde Dylan'ı sahneye çıkartıp kendisini göstermesini sağlıyor. Söylediğine göre Dylan'ın ünlü biri haline geleceğini duyduğu zaman hiç inanmamış, bir garipmiş Dylan, sesi garipmiş, görünüşü garipmiş, büyük biri olacağına ihtimal vermemiş kısacası. Sonradan yürüyor Dylan ve Baez'e yaptığı vefasızlıklar bini aşıyor.
* Donovan'la muhabbeti. Donovan'a pek hoş davranmıyor açıkçası, adamı klozete atmaktan falan bahsediyor. İlginç bir şey daha, Donovan'dan bir şarkı çalmasını istiyor Dylan. Donovan çalmaya başlıyor, ortamdaki herkes kıkırdıyor çünkü şarkının bestesi, Dylan'ın bir şarkısının bestesiyle aynı. Dylan besteyi nasıl yaptığını soruyor, Donovan eski bir folk şarkısından esinlendiğini söylüyor ama şarkı Dylan'ın. Garip bir şey.
* Bir ara Grateful Dead'e girmek istiyor Dylan, kayışı kopardığı 80'li yılların sonlarında. Oylama yapılıyor ve grup Dylan'ı almıyor, zaten neden alsın? Bu daha da garip.
* The Beatles'ın elemanlarıyla ve Eric Clapton, Mark Knopfler gibi diğer müzisyenlerle yaşadıkları da ilginç.
Bir dünya hikâye, röportaj ve yorum var kitapta, Dylan'ın şarkılarını sevenler için on numara kaynak.