1 Şubat 2020 Cumartesi

Samuel Beckett - Proust

Metnin çevirmeni Orhan Koçak'ın sunuş yazısında şunlar var: Beckett bu metni 1930'da yirmi dört yaşındayken yazmış, Paris'te öğretmenlik yaparken. Metnin sipariş edilmesinden yazılışından sonrasına kadar geçen sürenin kısaca incelenmesi var sonra, Beckett metni yazarken metnin basılıp basılmayacağından emin değilmiş mesela. Yeni tanıştığı Joyce'un isteğiyle yazdığı Joyce hakkındaki yazıda izlekler ve biçimlerle daha çok ilgiliyken, kısacası meselesini olabildiğince dağıtırken bu metinde sadece Proust'a odaklanmış, Proust'un üslubunun dışarıda, daha ötede bir noktaya odaklanmayı engellediği seziliyor, Koçak'a göre Beckett metnin başlarında Kayıp Zamanın İzinde'ye belli bir mesafede durarak anlatıyı değerlendirirken sonlara doğru hayranlığını gizleyememiş. Proust hakkında önceden çıkan yazılara pek gönderme yok, Gide, Cocteau, Anatole France gibi yazarların değinilerine yer verilmemiş. Beckett'in minimalist üslubunun izlerini bu metinde bulamıyoruz, Koçak'a göre "allamelik" yapıyor Beckett, dolaşımdan çıkmış ya da hiç anlamı olmayan sözcüklere düşkünlük metnin tamamında görülebiliyor. Bunun yanında Proust'un üslup sorunu değil, bir görü sorunu taşıdığını söylerken kendisinin gelecekteki üslubuna biçilecek payeyi de önceliyor gibi gözüküyor, esinlenmenin küçük bir izi. Beckett kendi yazdığı kitaba notlar düşmüş, "ucuz, parlak bir felsefi jargon" kullandığını belirtmiş, "travmatik zamansallık" mefhumunu açabilmek için kendi edebiyat kuramını oluşturmaya dönük bir uğraş. "Yekpare, geniş bir anın parçalanmaz akışı" için -Koçak'ın deyişi bu, Tanpınar'la Proust'un Bergson kaynağından beslenmelerine binaen- Bergson'a uğruyor Koçak, yanlış hatırlamıyorsam Proust pek de iyi bir Bergson okuru olmadığını söylüyordu, akrabalık bağlarından ötürü belli bir sıklıkla görüşmeleri, ettikleri sohbetler Proust'un fikirlerini biçimlendirmiş olabilir tabii. Bergson'dan ayrı düştüğü noktaları anlattığı bölüm bir yana, anlatısının "Bergsoncu roman" olarak görülebileceğini söylemesiyle kendisini Bergson'dan pek de uzağa düşürmüyor. Beckett'in ele aldığı konulardan birini teklik (tekillik?) üzerinden değerlendirebiliriz, Beckett'e göre nesnenin belirli veçheleri herhangi bir olumlu senteze varmaz, nesne evrim geçirir ve sonuca vardığında vakti geçmiştir bu sonucun. Proust'un metninde bir özne-nesne ayrımından bahsetmek son kertede biraz zor, elbette anlatıcının özneliğinden bahsedilebilir ama nesneler yol açtıkları anlatı parçalarından sonsuz bir akışı sürdürürler, anlatı bu akış üzerinden sürüp gider, öznenin özne olarak değerlendirilebileceği tek nokta bu akışı nereye bağlayabileceğine karar vermesidir ama bu bağ ne ölçüde anlatıcının/Proust'un elindedir, özgür iradenin muğlaklığında bir fikir belirtmek zor. Burada sadece bir anlatma itkisinden bahsedilebilir belki, Proust büyük anlatısının sonunda metnini tamamlayabileceğinden şüphe duyduğunu, uzunca bir süre bu şüpheyle boğuştuğunu söyler, ağır hastadır ve anlatacaklarının bitmediğini sezdirir, bir yaşamın tek bir nefeste anlatılması gibidir onun eylemi, soluk almasını giderek güçleştiren hastalığını bir anlatı biçimi olarak kullanmış gibidir, soluksuz bir almaşıklık, tek hamlede boydan boya geçilen bir hayatın taşıdığı her şeye dokunma çabası.

Beckett, Proust'un zaman algısına odaklanıyor en başta, Proust kuracağı yapının iskeletini anlatının bir noktasında ele alıp neden-sonuç ilişkilerini ayırma, sıraya koyma ediminden ayrı düşmesinin sanatçının olumsuz bir konuma yerleştirileceğini düşünür ama edebiyatın bütün kurallarına rağmen metnini istediği gibi kurar. Anlatıda Zaman'da yer alan nesneler büyük bir köke bağlı olan mikro zamanlar olarak tekrar belirir, doğrudan bir çağrışım ve canlandırma aracı olarak belleğin kullanımının kontrollü bir sahteliğe yol açacağını düşünür, oysa tek bir gerçek ve tek bir yeterli canlandırma tarzı vardır ve bu denetim dışındadır, bilincin uzanamadığı bir noktadan doğar bu gerçeklik, sadece takip edilebilir, kontrol edilemez. Gelecek de bu gerçekliğin bir parçasıdır, anlatıdaki öte zamanlar bir şekilde gerçekleşmiş, anlatılmayı beklemektedir. Albertine'in kaçma olasılığını kaçışından ayıramamak bunun bir örneğidir, anlatıcı bütün olasılıkların anlatısını tek bir anda birleştirip kurgusunu bu yoğunluk üzerine kurmaktadır. Beckett, Marcel-Albertine ilişkisi üzerinden özne-nesne ilişkisine kapı aralar, bu konuda önemli bir cümle: "En iyi olasılıkla, Zaman içinde gerçekleştirilebilecek şey (Zaman'ın verebileceği şey), ister Sanat'ta ister Yaşam'da, ancak parça parça, bir dizi kısmi ilhak yoluyla elde edilebilir - asla bütünsel olarak ve bir anda değil." (s. 27) İlhaktan kastı zaman parçalarının manipüle edilerek âna tıkıştırılması olarak görüyorum, öte yandan bu bir travmatizasyon sonucu olarak ortaya çıktığı için Beckett'e göre "Proust'gil kötümserlik" olarak görülüyor. "Bellek ve Akışkanlık, Zaman kanserinin yüklemleridir." (s. 28) Bu iki ögenin metin üzerindeki etkilerine bakıyoruz, dünyanın her gün bir kez daha yaratılması gibi yaşam da art arda gelen, aynıymış gibi görünen ama tekrar tekrar yaratılan alışkanlıkların toplamıyla yaratılır, her günün aynılığı defalarca gerçekleşen uyuma, uyanma, kıskançlık gibi duygular üzerinden, François gibi karakterlerin karikatürlüğü vasıtasıyla dile getirilir, anlatıdaki temel kötümserliği en çok besleyen olgu bu durumun yol açtığı kırılma anlarında yaşanan duygulanımın anlatıcı üzerindeki olumsuz etki olarak görülebilir. Mutsuzluk demeye de elim varmıyor, anımsamadan kurtulamamanın ve bu kurtulamayıştan beslenmenin yol açtığı tatminin döngüsünden kaynaklanan kötümserlik, ne kadar kötümserlikse. Bunun pek çok örneğine rastlayabileceğimizi söylüyor Beckett, anlatıdan örnekler veriyor, ayrılık acılarına değiniyor, Albertine'in arazi olmasından yola çıkarak anlatıcının hissettiklerini irdeliyor, yitirilmiş Cennet'e kadar vardırıyor işi.

Anımsama. Proust'un zayıf bir hafızası olduğunu söylüyor Beckett, bu yüzden algı parçalarına yol açan her bir ögenin sıkıca tutulduğunu, dikkatsizlik sırasında kaydedilenlerin kurmacaya doğrudan sokulduğunu belirtiyor. Proust'un belleği bir "çamaşır ipi", asılanlar dışında asılabilecekleri ve asılanları da hissediyor. Çok sayıda benliğin defalarca kurduğu anlatılar bir şekilde bir araya gelerek metni oluşturur, kasıtsız bir biçimde. "Yapıtı bir kaza değildir, ama kurtarılmış olması kazadır." (s. 37)

Zaman, Alışkanlık ve Bellek üzerinden bir Proust okuması, üstelik Beckett'in kaleminden. On numara.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder