8 Mart 2013 Cuma

Léon Bloy - Sevimsiz Hikâyeler

Babil Kitaplığı'ndan Yann'ın Müziği'ni okumuştum ilk. Lovecraft'taki Lord Dunsany etkisini görebilmek için. Dediğim zaman haksızlık oluyor, Lovecraft'ın pek sevdiği bir yazarı seveceğimi düşündüğüm için. Gerçekten de Lovecraft okumamış olsaydım favori yazarım Lord Dunsany olurdu da ben bunu anlatmayacaktım ki.

Bu Babil Kitaplığı, Kütüphanelerin Efendisi Borges tarafından hazırlanmış bir fantastik edebiyat dizisi. Dost bastı, ben de ucuza düşürdükçe alıyorum. Bu mesela, Bostancı'daki seyyar kitap satıcısından 2 TL'ye geldi.

Borges'in önsözünde Bloy hakkında şunlar var: "Yazma işine girişip de bir başkasına dönüşmeyen, en azından kendi özellikleri ve gerçekliklerini abartmayan bir insan belki de yoktur. Bernard Shaw, George Bernard Shaw'un pantomim yoluyla canlandırılan bir zürafadan daha gerçek olmadığını söylemiş; alçakgönüllü gazeteci Walt Whitman, büyük bir yüreklilikle, okuyucular da dahil olmak üzere gezegendeki tüm insanlara dönüşmüştür. Valle Inclan, kendini düellocu ve aristokrat mertebesine yükseltmiş; pasif ve korkak Léon Bloy öfke dolu iki ayrı yaratığa bölünmüştür: Prusya ordularının korkulu rüyası, nişancı Marchenoir ve şimdiki nesil için gerçek Léon Bloy olan ve bizlerin de tanıdığı acımasız polemikçi. 

(...) Léon Bloy ise evreni, her insanın bir sözcük, bir harf ya da sadece bir noktalama işareti olarak yer aldığı bir tür ilahi şifre olarak kabul eder. Kozmik uzamı reddederek tüm uçurum ve ışıkların insan bilincinin yansımasından başka bir şey olmadığını iddia eder. Bir keresinde, zaten cehennemde yaşadığımızı ve her insanın en yakınındaki kişiye işkence etmekle görevli bir şeytan olduğunu söylemiştir." (s. 9-10)

Bloy, dönemindeki tüm yazarları aşağıladı, hatta Borges'e göre tüm insanları. Yahudiler, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, kim varsa yerin dibine soktu. Hikâyelerinden tahammülsüzlük akıyor zaten, insanlara katlanamadığını rahatlıkla söyleyebiliriz, bir de Bierce gibi, Saki gibi yazarların babası, Le Fanu'nun ikinci versiyonu olduğunu. Gotik romantizm seviyesi büyükten küçüğe azalıyor, değişiyor.

Ihlamur: Jacques, hayal kurmak için bir kiliseye girer, günah çıkarma odacığının arkasına oturur. O sırada pederle bir kadının konuşmasını işitir. Kadın, "Ihlamura zehir koydum peder, zehir koydum seni hayvan!" deyip ağlayarak mekanı terk eder. Hayvan demez de, işte. Neyse, olay hayvanda değil zaten; kadın, Jacques'ın annesidir.

Baba savaşta ölünce Jacques annesi tarafından büyütülmüştür, üstüne titrenmiştir adeta. Yakın iki arkadaş gibidirler ama Jacques bu zehir olayını doğuracak hiçbir şey getiremez aklına. Akşam hasta olduğunu söyler, annesi de ıhlamur kaynatacağını söyler. Olaya gel. Annesinin sevgilisi varmış. Vay alçak kadın.

Evin Yaşlısı: Zola'nın hayat kadınlarına taş çıkartacak bir yetenekle zengin olan... Hayat kadını nedir ya. Aklıma da başka bir şey gelmedi şu an. Neyse. İşte o yolla zengin olan bir kadın. Bu işe sokan da babası. Aradan yıllar geçiyor, kadın zengin oluyor, baba yokları oynuyor. Kızının yanında hayalet gibi yaşarken kız da  babasını ne kadar çok sevdiğinden falan bahsediyor millete.

Komün olayları sırasında askerler mahalleyi basıyor, kız bir eve saklanıyor. Babası kızı kapı kapı ararken buluyor, tam o sırada askerler geliyor. İşte baba kızını bulduğu için mutlu, gülüyor falan. Kız da sevinçten kendinden geçmiş. Askerlere, "Bu adam gomonik!" diye bağırıyor. Anında gebertiyorlar babayı. Hayır evlat diye buna derim.

Bay Pleur'ün Dini: Paraya dair. Parayı seven insanlardan nefret etmek, Bloy için tüm insanlardan nefret etmekle aynı şey. Bu yüzden bu hikâye de insanoğluna ağır bir giydirme. Lafı kes: "Sözcüklerin doğru yoldan çıkmasında insanın suçu yoksa eğer, Bay Pleur'ü, Tanrı'nın kusmuklarının habercisi iğrenç bir peygamber diye tanımlamak yerinde olurdu." (s. 31)

Bay Pleur çok zengindir, leş gibi kokar, leş giyinir ve insanlara, "Alın paranızı da makata itikleyin," dermiş gibi ortalıkta gezer. Olay tamamen bu. Anlatıcıyla Bay Pleur'ün konuşmalarında da buna benzer şeyler var. Neyse, adam para biriktiriyor ve böyle ortalıkta dolanırken bir gün leş çukurunda ölüyor. Sonradan ortaya çıkıyor ki kendisine kötü gözle bakan çoğu aileyi bu Pleur besliyormuş, tabii ailelerin haberi yok. Yaa. Böyle şeyler. Para ne iğrenç bir şey. Gerçi şöyle milyonun yarısı kadar bir paraya hayır demezdim.

Longjumeau Esirleri: Borges der ki bu hikâye Kafka'yı müjdelemektedir. Gerçekten; içinden çıkılamaz bir durumda kurtulmaya çalışan, umutsuzluğa kapıldıkça daha da çok çabalayan bir çiftimiz var. Küçük bir yerde yaşıyorlar ve oradan ayrılamıyorlar, çünkü ne zaman trene binecek olsalar ya birinin ayağı burkuluyor, ya araba çarpıyor, ya tren erken gidiyor. Bir şey oluyor yani illa. Bu yüzden adam işinden oluyor, akrabalarla iletişim kesiliyor, yalnızlaşıyorlar. Bir gün vagona binmeyi başarıyorlar çok şükür, onda da vagon hareket etmiyor. Lokomotife bağlı değilmiş. Şöyle bir son var, benim çok hoşuma gitti: "Kaçırmayacakları tek yolculuk, ne yazık ki, kısa süre önce çıktıkları yolculuktu elbette, ve kişilik yapılarını iyi bildiğim için, bu son yolculuğa da çıkamamaktan korktuklarını ve son hazırlıklarını titreyerek yaptıklarını düşünmekten kendimi alamıyorum." (s. 46)

Evet, kitabın yarısı bu. Diğer yarısı da gayet hoş. Aralara sıkıştırılmış birçok mitolojik gönderme keyifli, büyük yazarlardan alıntılar da güzel. Böyle. Fantastik kuntastik. Canısı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder