Fatih Hoca var çalıştığım yerde, İngilizce hocası. Beş aydır okul-ev zincirinden bunalmıştım, okullar da tatil oluyor diye çıktık perşembe gecesi, sohbet muhabbet. Evine gittik, plak dinledik, kütüphanesine baktım. Deli kitaplar var, Fante'nin kitaplarını görüp ödünç aldım. Dün İstanbul'a dönerken yolda okudum bunu. Bukowski'den duymuştum ama sahaflarda vs. hiç denk gelmediğim için okuyamamıştım Fante'yi. Bir de şey vardı, kitap fuarında 6 45'in standında elinde şarap, gençten bir dayı. "Oo, Fante'ye bulaşmamak çok büyük hatadır," demişti. Oğlum böyle adamlar var, çok garip. Aziz Kedi Kitabevi'nden Brautigan'ın Japonya Günlükleri'ni alırken orada takılan berduş-nerd karışımı bir kardeşimiz usulca yanaştı, "Dün programda söylediler, oradan mı duydunuz kitabın çıktığını?" dedi. Yok, duymadım oradan. "Ben dinlemiyorum programı," dedim, uzaklaştı. Tripler süper ama. Mütemadiyen kaybediyorlar ya, hayat berbat. Neyse ne ya.
Arturo Bandini'ye de aynı yaftayı yapıştırmaya çalışmışlardır ama loser değil Bandini, hatta kazananlar arasında en tepede güneş gibi parlıyor.
Kitabın başında Bukowski'nin bir tanıtım yazısı var. Fante, Bukowski'nin tanrısı, öyle söylüyor Bukowski. Bir kadınıyla kavga ederken, "Ben Bandini'yim!" diye bağırırmış mesela, sonra Fante'nin takıldığı Bunker Hill civarlarına gider, gezinirmiş. Bu olay bence tek başına yeterli, Bukowski'nin ne büyük bir hayranlık beslediğini anlayabilmek için.
Bandini Colorado'dan otobüse atlayıp Los Angeles'a geldi, bir otele yerleşti ve yazmaya çalıştı. Amacı büyük bir yazar olmaktı. Kütüphanelere gitti, şehirde dolandı, aylaklık etti ve aklına gelen her şeyi kağıda dökmeye çalıştı. Çoğunu attı kağıtlarını, elinde kalanların kendisini en iyilerden biri yapacağını düşündü. Bu bölümüyle biraz Martin Eden'a benziyor Bandini; hikâyeleri sürekli geri çevriliyor, deniyor ve deniyor. Tabii ki bundan ibaret değil bütün olay, loser olmasa da yenilgileri, dengesizlikleri ve aşırı özgüveninin dünyayla çatışması var. Git gelleri bol bir adam. Böyle bir adamın yaşama uğraşısı bu, benzerleri arasında Bandini'nin doğallığı ve bütün diğer şeyler fark yaratıyor.
Annesine mektuplar yazıyor Bandini. Uydurduğum bir örnek: "Anneciğim, yeni bir anlaşma yaptım; hikâyem basılacak ve yüklü bir miktar para alacağım ama şartlar gereği bir ay sonra ödeme yapılacak. Bana bir onluk gönderebilir misin? Seni çok seven oğlun Bandini." Gelen para striptiz kulüplerine, barlara gidecek ve Bandini yaşayacak, oradan oraya sürüklenecek ve hikâyeleri için yaşadıklarını biriktirecek.
"Bandini (İsveç yolculuğuna çıkmadan önce verdiği bir söyleşide): 'Genç yazarlara tavsiyem son derece basit. Yeni deneyimlerden kaçınmasınlar. Hayatı bütün yanları ile yaşasınlar, cesur olsunlar.'
Gazeteci: 'Bay Bandini, size Nobel ödülünü kazandıran bu kitabı yazmaya nasıl karar verdiniz?'
Bandini: 'Kitap bir gece Los Angeles'da yaşadığım gerçek bir olayı anlatıyor. Kitapta yazılı her şey gerçek, yaşadım hepsini.' (s. 21)
Bandini için gelecekteki kendisi üçüncü tekil şahıs, o büyük bir yazar çünkü. Kendi kimliğinin ötesinde bir varlık. Üne kavuşmuş, zengin, hayranları var, yüzlerce mektup alıyor ve aç değil, haliyle. Bandini aç kaldığında portakal yemekten iğrense de portakala güzellemeler yazıyor, yaşadığı odada takılan fareyle arkadaşlık kuruyor. Hayalindeki kendisini bir başkası gibi görmesi son derece normal. Bir üst-insan hayalindeki. Tanrıyla konuşmalarında bile fark ediliyor bu. Ateist Bandini, öyle olduğunu düşünüyor en azından. Kilise onun için "aptalların, ahmakların, cibbiliyetsizlerin ve şarlatanların sığınağı." (s. 20) Sonradan düşündükleri de yanar dönerliğine güzel bir örnek: "(...) Tanrım artık bir ateist olduğum için beni bağışla ama Nietzsche'yi okudun mu? Ne kitap! Ulu Tanrım, sana karşı dürüst olacağım. Benden büyük bir yazar yarat kiliseye döneyim. Ve lütfen tanrım, bir ricam daha olacak: annemi mutlu kıl. İhtiyar o kadar önemli değil, onun şarabı var ve sıhhati yerinde, ama annem her şeye kaygılanır. Amin." (s. 20)
Bandini kendini de bilen bir adam aslında; ateist olmadığının, tanrıya isyan etmediğinin, iyi bir yazar olmak için feda etmesi gereken çok şey olduğunun, hepsinin farkında. Yine de anlık fırtınalar adamın düşüncelerini çok uzaklara savurabiliyor işte. Aşık olduğu zamanlar bunu daha iyi görebiliyoruz.
Camilla Lopez, Bandini'nin hayatına girince metnin anlatım tekniği ve odağı değişiveriyor. Yine Bandini var merkezde ama artık kadınlarla ilişkilerin üzerinde daha sıkça duruluyor. Adamın kadınlarla ilişkileri... Yok. Belli bir noktaya kadar ilerletiyor, sonrasında arazi oluyor. Kaçıyor kadınlardan, duygusal sömürücü, istediğini almak, daha ötesine geçmemek için yetiyor ona. Camilla'da böyle olmuyor. Camilla ezmeye çalışıyor Bandini'yi, adam da daha büyük ataklarla karşılık veriyor. Kırıcı, saldırgan bir ilişki bu. İlişki de değil aslında; Bandini aşık olduğu güzelliği yıkmak istiyor ve Camilla da kendisine acı verilmesini istiyor. Roller değişiyor bazen. Çok karmaşık. Aniden ortaya çıkıp bir gecede baş döndüren Vera Rivken, büyük bir depremde öldüğü zaman Bandini kendini suçluyor yine, günah işlediği için deprem olduğunu düşünüyor ve Camilla'ya dönüyor. Sonu üzücü bir hikâye, Bukowski, Kasabanın En Güzel Kızı'nı yazarken direkt buradan esinlenmiş. Ya da o da yaşadığını yazmıştır. Çok farklı hayatlar yaşamamışlar sonuçta.
On numara bir Bandini sözüyle bitiriyorum: "Hayat böyle yaşanmalıydı, gayesizce dolaşarak, bir mola ve yola devam, beyaz çizgiyi izle, bir sigara yak ve çölün şaşırtıcı göğünde anlamları ara boşuna." (s. 145)
29 Ocak 2014 Çarşamba
17 Ocak 2014 Cuma
George R. R. Martin - Kılıçların Fırtınası
İlk iki kitabı iki sene önce okumuştum, devamı biraz geç geldi ama diziyi izlerken okumadan edemedim, tabii dayanamayıp diziyi bitirdim önce. Olay örgüsü kitapta dizinin bittiği yerden sonra devam ediyor, her kitaba bir sezon şeklinde bir senaryo yok. Kitap çok daha ayrıntılı tabii.
Nasıl anlatayım bilemedim, karakterler üzerinden gideceğim.
Robb: Robb belki çok savaş kazandı, Jamie'yi tutsak aldı ama tecrübesizliğinin kurbanı oldu. Savaşları kazandığını ama durduğu yerde kaybetmeye başladığını söylüyordu bir yerde. Lordlarını bir arada sorunsuzca tutamadı, bir de tutsaklarını en iyi şekilde koruyamadı. Karstark'ın kellesini alması adaletti ama o duruma yol açan sebepleri en başta kaldırması gerekliydi; tutsak Lannister çocuğunu daha iyi korumalıydı. Tywin Lannister sadece bekledi ve Robb'un ordusu çözülme emareleri göstermeye başladı. Asıl son bunun sonucunda gelmedi, bambaşka bir yerden vuruldu son darbe. Evlilik yeminini bozan Robb, misafiri olduğu Walder Frey tarafından katledildi, feci bir şekilde. Kuzeyin Kralı feci düştü, babası gibi. Ruhuna fatiha.
Catelyn: Kızlarını kurtarabilmek için Jamie'yi kral oğlundan habersiz kaçırdı, Brienne'le güneye yolladı. Kuzey'in parçalanmasındaki katkısı göz ardı edilemez. O da katliamda oğluyla birlikte öldü ama mucizevi bir geri dönüşü var, Beric Dondarrion sayesinde.
Jon: Sur'un yeni efendisi. Yabanıllarla birlikte takıldığı zamanlar Ygritte'le beraberdi ama kirişi kırıp Sur'u savunmak için geri döndüğünde, savaştan sonra Ygritte'in cesedini görünce pek üzülmedi. Stannis Baratheon'un hızır gibi yetiştiği zamanda yorgunluktan kırıldı kırılacaktı, canını ortaya koyup pek dövüştü. Sam'i de haklı olarak gönderdi, bebekli bir katakulliyle ama o sonraki kitaba giriyor.
Joffrey: Melisandre'nin kurbanlarından. Geberdi gitti cins, iyi oldu. Son zamanlarında dedesi Tywin'e bile gider yapmaya başlamıştı. Ulan sen kimsin.
Tywin: Yine iyi dayandı, onca cinsliğin arasında çizgisini koruyan nadir adamlardandı. Tabii oğlundan esirgediği sevgi sonunu getirmeseydi iyiydi. Lan doğarken annesini öldürdü diye çocuğunu sevmemek nedir. Arya'ya gösterdiği samimiyet için kendisini daima saygıyla anacağız tabii.
Sansa: Joffrey'in Margaery ile evlenme olayı ortaya çıkınca Kuzey'in ele geçirilmesi için Tyrion'la evlendirildi. İyi de idare etti durumu ama Joffrey'nin ölümüyle birlikte kellesi gidiyordu az daha. Serçeparmak ile kaçtı da kurtuldu gibi gözüküyor şu an, yine güvende değil. Serçeparmak'ın işlediği bir cinayet var sonraki kitapta, Sansa yine güvende değil. Kıl oluyorum gerçi buna, geberebilir. Ay şövalyeler süper romantik diye diye bok etti hayatını.
Arya: Yazık ya. Harrenhall'dan uzadı, yolda arkadaşları bundan ayrıldı, Dondarrion'un eline düştü, sonra Tazı'nın eline düştü. Karşısına kim çıktıysa fidye için kaçırdı bunu. İkizler'e, annesiyle Robb'un yanına geldiği an, kaleye girerken ailesi içeride katlediliyordu. Kirişi son anda kırıp uzadı, Tazı'yı bıraktı ve Braavos'a yelken açtı. Valar morghulis.
Stannis: Renly cortlayınca bir gazla savaşa girdi ama Tyrion tarafından hacamat edilince dipten ve derinden oynamaya başladı. Davos'un okuduğu parşömenle birlikte Sur'a gitti, kurtardı adamları. Melisandre'nin etkisinde, güvendiği tanrıdan lütuf gördü ama sonrası için neler yapabilir, görürüz.
Tyrion: Yazık be. Üstüne atılan bir cinayet var, giderken babasını öldürüp gidiyor, sırf kalbi kırılsın diye Jaime'ye yalan sıkıyor. Haksızlığa uğradıkça villain'lığa doğru gidiyor. Hiç kızmıyorum, ne yapsa mübahtır. Lan yıllardır adamın gururuyla, haysiyetiyle oynadınız. Kesecek alayınızı.
Jaime: Kitaptaki en uzun serüveni bu herif yaşadı. Paradigma değişti, adamın Kral Katili sıfatının arkasındaki olaylar sayesinde herife sempati bile duyduk. Tabii eli çtart diye kesilince sevinmedim değil. Küçücük çocuğu kuleden aşağı iter misin, oh olsun sana edepsiz herif. Şehre geri döndü, Cersei'sine kavuştu ama kılıç eli yok artık. Pis herif.
Cersei: Bu da iyice kafayı kırmaya başladı. Joffrey öldürülünce Tyrion'ın peşine düştü, Tommen'a bel bağladı, amcasıyla kavga etti falan. Çok durmaz, indirirler bunu aşağı.
Theon: Hak ettiğini buldu. Ailem de ailem. Al sana aile aptal herif, her kemiğini kırmışlardır umarım.
Süper kitaptı, şimdi sonrakini okuyorum. Biter öbür gün.
Nasıl anlatayım bilemedim, karakterler üzerinden gideceğim.
Robb: Robb belki çok savaş kazandı, Jamie'yi tutsak aldı ama tecrübesizliğinin kurbanı oldu. Savaşları kazandığını ama durduğu yerde kaybetmeye başladığını söylüyordu bir yerde. Lordlarını bir arada sorunsuzca tutamadı, bir de tutsaklarını en iyi şekilde koruyamadı. Karstark'ın kellesini alması adaletti ama o duruma yol açan sebepleri en başta kaldırması gerekliydi; tutsak Lannister çocuğunu daha iyi korumalıydı. Tywin Lannister sadece bekledi ve Robb'un ordusu çözülme emareleri göstermeye başladı. Asıl son bunun sonucunda gelmedi, bambaşka bir yerden vuruldu son darbe. Evlilik yeminini bozan Robb, misafiri olduğu Walder Frey tarafından katledildi, feci bir şekilde. Kuzeyin Kralı feci düştü, babası gibi. Ruhuna fatiha.
Catelyn: Kızlarını kurtarabilmek için Jamie'yi kral oğlundan habersiz kaçırdı, Brienne'le güneye yolladı. Kuzey'in parçalanmasındaki katkısı göz ardı edilemez. O da katliamda oğluyla birlikte öldü ama mucizevi bir geri dönüşü var, Beric Dondarrion sayesinde.
Jon: Sur'un yeni efendisi. Yabanıllarla birlikte takıldığı zamanlar Ygritte'le beraberdi ama kirişi kırıp Sur'u savunmak için geri döndüğünde, savaştan sonra Ygritte'in cesedini görünce pek üzülmedi. Stannis Baratheon'un hızır gibi yetiştiği zamanda yorgunluktan kırıldı kırılacaktı, canını ortaya koyup pek dövüştü. Sam'i de haklı olarak gönderdi, bebekli bir katakulliyle ama o sonraki kitaba giriyor.
Joffrey: Melisandre'nin kurbanlarından. Geberdi gitti cins, iyi oldu. Son zamanlarında dedesi Tywin'e bile gider yapmaya başlamıştı. Ulan sen kimsin.
Tywin: Yine iyi dayandı, onca cinsliğin arasında çizgisini koruyan nadir adamlardandı. Tabii oğlundan esirgediği sevgi sonunu getirmeseydi iyiydi. Lan doğarken annesini öldürdü diye çocuğunu sevmemek nedir. Arya'ya gösterdiği samimiyet için kendisini daima saygıyla anacağız tabii.
Sansa: Joffrey'in Margaery ile evlenme olayı ortaya çıkınca Kuzey'in ele geçirilmesi için Tyrion'la evlendirildi. İyi de idare etti durumu ama Joffrey'nin ölümüyle birlikte kellesi gidiyordu az daha. Serçeparmak ile kaçtı da kurtuldu gibi gözüküyor şu an, yine güvende değil. Serçeparmak'ın işlediği bir cinayet var sonraki kitapta, Sansa yine güvende değil. Kıl oluyorum gerçi buna, geberebilir. Ay şövalyeler süper romantik diye diye bok etti hayatını.
Arya: Yazık ya. Harrenhall'dan uzadı, yolda arkadaşları bundan ayrıldı, Dondarrion'un eline düştü, sonra Tazı'nın eline düştü. Karşısına kim çıktıysa fidye için kaçırdı bunu. İkizler'e, annesiyle Robb'un yanına geldiği an, kaleye girerken ailesi içeride katlediliyordu. Kirişi son anda kırıp uzadı, Tazı'yı bıraktı ve Braavos'a yelken açtı. Valar morghulis.
Stannis: Renly cortlayınca bir gazla savaşa girdi ama Tyrion tarafından hacamat edilince dipten ve derinden oynamaya başladı. Davos'un okuduğu parşömenle birlikte Sur'a gitti, kurtardı adamları. Melisandre'nin etkisinde, güvendiği tanrıdan lütuf gördü ama sonrası için neler yapabilir, görürüz.
Tyrion: Yazık be. Üstüne atılan bir cinayet var, giderken babasını öldürüp gidiyor, sırf kalbi kırılsın diye Jaime'ye yalan sıkıyor. Haksızlığa uğradıkça villain'lığa doğru gidiyor. Hiç kızmıyorum, ne yapsa mübahtır. Lan yıllardır adamın gururuyla, haysiyetiyle oynadınız. Kesecek alayınızı.
Jaime: Kitaptaki en uzun serüveni bu herif yaşadı. Paradigma değişti, adamın Kral Katili sıfatının arkasındaki olaylar sayesinde herife sempati bile duyduk. Tabii eli çtart diye kesilince sevinmedim değil. Küçücük çocuğu kuleden aşağı iter misin, oh olsun sana edepsiz herif. Şehre geri döndü, Cersei'sine kavuştu ama kılıç eli yok artık. Pis herif.
Cersei: Bu da iyice kafayı kırmaya başladı. Joffrey öldürülünce Tyrion'ın peşine düştü, Tommen'a bel bağladı, amcasıyla kavga etti falan. Çok durmaz, indirirler bunu aşağı.
Theon: Hak ettiğini buldu. Ailem de ailem. Al sana aile aptal herif, her kemiğini kırmışlardır umarım.
Süper kitaptı, şimdi sonrakini okuyorum. Biter öbür gün.
16 Ocak 2014 Perşembe
Gabriel Garcia Marquez - Bir Kayıp Denizci
Marquez'in gazetecilik zamanlarında Luis Alejandro Velasco, bir deniz kazasından kurtulup günler boyunca denizle mücadele ederek karaya çıkabilmiş bir adam, ofise geliyor ve hikayesini satmak istediğini söylüyor. Velasco kazadan kurtulan tek denizci. Karaya ulaştığında bir kahraman gibi karşılanıyor, dikta rejimi ona ödüller veriyor, reklamlarda oynuyor ve daha sonra silinip gidiyor. Giriş bölümünde Marquez'in anlattığına göre hikaye gazetede tefrika edildiğinde hem Velasco'nun, hem de Marquez'in hayatı tehlikeye girmiş, çünkü Velasco'nun kurtulduğu gemi kaçak mal taşıyormuş ve bu mallar doğrudan rejimle ilgiliymiş. Yani adamlar kendi ayaklarına sıkmışlar biraz.
Gemi yola çıkıyor, batıyor, Velasco arkadaşlarını kurtarmaya çalışıyor ama başaramıyor. Sonrası 10 küsur günlük bir hayatta kalma mücadelesi. Köpekbalıkları, açlık, susuzluk, yalnızlık, ölümü kabullenip bir türlü ölememek gibi. Kurtuluştan sonra ünlü olmanın hikâyesi falan. Kısacık bir metin, çay bitmeden bitirirsiniz.
Gemi yola çıkıyor, batıyor, Velasco arkadaşlarını kurtarmaya çalışıyor ama başaramıyor. Sonrası 10 küsur günlük bir hayatta kalma mücadelesi. Köpekbalıkları, açlık, susuzluk, yalnızlık, ölümü kabullenip bir türlü ölememek gibi. Kurtuluştan sonra ünlü olmanın hikâyesi falan. Kısacık bir metin, çay bitmeden bitirirsiniz.
7 Ocak 2014 Salı
Heinrich Böll - Ademoğlu Neredeydin?
Tahir Alangu'nun 1966'da yazdığı önsözden: "Savaşın somut görüntüsünü değil, insanoğlundaki değerleri olumsuz bir evrime nasıl itelediğini anlatan bu savaş kitabının en önemli ve etkin niteliği, üzerinde uzun uzadıya düşünme, ortaya koyduğu sorunları tartışma gereksinmesini duymadan, ezilerek, bir suçlu bilinci ile katılıp kabul edişimizde beliriyor." (s. 13)
Alangu'ya göre Remarque'ın Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok'u piknik havası taşıyan bir eser. Savaşın dehşetinin yanında acıma duygusu uyandıran, bir süre sonra okura her şeyi, bütün o yıkımı kabullendirip sona varan bir roman. Ademoğlu Neredeydin? ile olayları farklı aslında; ilkinde savaşın dolaysız dehşeti var. Gerçi okuyalı 10 sene olacak neredeyse, hatırladığım kadarıyla yazayım. Onca dehşetin içinde hissizleşen askerler, okurun da hissizleşmesine, yıkımın trajedisine kayıtsız kalmasına yol açıyor. Bu açıdan ele alındığında gayet başarılı, fakat Alangu'nun kastettiği şey bence şu: Olayı savaşa indirgemek yanlıştır. Savaş bir sonuçtur ve sonuçlar sebeplerle birdir. Savaş sırasında yaşadıklarımız, savaşın çıkmasına sebep olan aptallığımız, bombaların, silahların, her şeyin arkasındaki çarpık fikirler ve her şeyi sessizce izleten korkumuz, işte bunlardır anlatılan. Belki Remarque'ın bahsedilen kitabında bunlar yok ama devam niteliği taşıyan Dönüş Yolu bu mevzuya daha yakın.
Epigraf var iki tane: "Dünya çapında bir felaket bazı şeylere hizmet edebilir. Cürmün işlendiği sırada başka yerde bulunulduğunu ispat etmeye de yarar Tanrı önünde... 'Ademoğlu, neredeydin?' 'Dünya savaşındaydım.'" Theodor Haecker, Gün ve Gece Defteri
Savaş sayısız kişisel tarih de demektir, dünya tarihinin yanında. Belgesellerde çok az asker konuşur, geriye kalanlar neler düşünmüştür, neler yaşamıştır acaba? Savaşanlar sadece aracı, diğerleri neredeydi? Herkes ne düşünüyordu? Neler düşünüldü, neler yapıldı da milyonlarca insanın acı çektiği noktalara gelindi?
"Eskiden yaşadığım serüvenler oldu: Posta hatlarının kuruluşu, Sahra'nın geçilmesi, Güney Amerika... Ne var ki savaş gerçek bir serüven değildir, sadece serüven erzatzıdır... Savaş bir hastalıktır, tifo gibi..." Antoine de Saint - Exupery, Arras'a Uçuş
Savaşın en yoğun yaşandığı günlerden dokuz tablo. Dokuz ayrı metinde bazı karakterleri tekrar tekrar görüyoruz. Feinhals bunlardan biri. Feinhals mimar, savaşın sona yaklaştığı günlerde yılgın askerlerden biri. Tifo gibi deniyor ya, yılgınlık herkese bulaşmış. Öldürülme korkusu bitmek bilmiyor, yaşamak için öldürmek bitmiyor ve diğer bitmeyen şeylerin arasında yaşamaya çalışıyor Feinhals, vurulması da engel olmuyor buna.
"(...) Taarruz çantasını yana itip sağlama almak istediği sırada bir çatırtı koptu yanında. Sanki biri eline kuvvetli bir darbe indirmiş de omzundan kuvvetle sarsmıştı. Bütün sol kolu ıslak bir sıcaklığa batmıştı. Yüzünü toz topraktan çıkarıp haykırdı: 'Yaralandım..'
Feinhals kendini hiç böylesine mutlu duymuş muydu bilmiyordu. Sancısı yoktu; kapkalın sarılıp yanına uzatılmış olan sol kolunda kaskatı ve kanlı, ıslak ve kendine yabancı olan kolunda hafif bir rahatsızlık duyuyordu o kadar." (s. 30)
Vurulduktan sonra gelen rahatlık ve uzva yabancılaşma, asla zarar görmeyeceğini sanan bir insanın gerçeklerle yüzleşip değişmesi sonucu olabilir, yaralanma sonucu cephe gerisine gönderilme ihtimali olabilir. Şoktan kurtulma veya; sonsuza kadar süren kaza anının sona ermesi belki. Tifodan, savaştan bir an için kurtuluş. Kurşun geldi ve kola saplandı, hepsi bu. Bütün olacak olan buydu belki.
Okuyalı bir ay oldu, çoğu şeyi unuttum ve pek de not almamışım. Bir iki şey var aklımda, biri bir askerle yanlış hatırlamıyorsam ekmekçi bir kız arasındaki aşk. Kızın aşktan korkmasına rağmen erkek vazgeçmiyor, kızın gönlünü kazanıyor ve buluşup kaçmak için sözleşiyorlar. Erkek cepheye gönderiliyor, kız bir şekilde yakalanıyor, hatırlamıyorum neden, sonuçta buluşamıyorlar. Kızın sesi güzel, koro kurup yönetmekle uğraşan müzik aşığı bir Alman subayın karşısında şarkı söylerken psikolojisi bozuk olan bu subay, kızı alnından çat diye vuruyor. Sesi çok güzel diye. Adam da cepheden cepheye işte.
Bir de şarap almaya giden biri vardı, bir asker. Şarapları alıyor ve dönüş yolunda savaşın ortasında kalıyor, ölüyor ne yazık ki. Feinhals'in iyi bildiği bir adam bu, evinin civarlarında bir barı falan vardı galiba. Neyse, Feinhals de bir köprünün yapımı için bir yerde işte. Şarapları içiyor arkadaşlarıyla, köprü yapılıyor... ve planlar değişince, Ruslar yaklaşınca köprü yapıldığı gibi imha ediliyor. Kendimce tırto mesaj: İnsanoğlu binlerce yıl boyunca taş üstüne taş koyup bir yerlere geldi, muazzam bir emek var ortada ve bu emek kolayca yıkılabiliyor, bir köprü gibi. Bu bölüm çok güzeldi; Böll köprü yapımında çalışan işçileri ve bu görevle ilgilenen subayı, bulundukları hanı ve han insanlarını da ele alarak, bir tablo yapar gibi yazmış. Ardından yıkım geliyor işte, hastalık bu güzel tabloya da bulaşıyor. Savaşın içinde bir güzellik, savaşın içinde bir yıkım, her şey savaşın içinde eriyip bir oluyor.
Final biraz dramatik; Feinhals evine dönüyor, dönemiyor. Bombardıman sırasında evi başına yıkılıyor gibi bir şey, daha yeni ulaşmışken.
Böll, "En sevdiğim romanım," demiş bu metin için. Belki de kendi savaş algısını, acılarını en gerçekçi şekilde yansıtabildiği içindir. Yıllar boyunca savaşta bir oraya bir buraya sürüklenip durmuş. Böyle bir yaşamdan böyle bir roman.
On numara, savaş leş bir şey.
Alangu'ya göre Remarque'ın Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok'u piknik havası taşıyan bir eser. Savaşın dehşetinin yanında acıma duygusu uyandıran, bir süre sonra okura her şeyi, bütün o yıkımı kabullendirip sona varan bir roman. Ademoğlu Neredeydin? ile olayları farklı aslında; ilkinde savaşın dolaysız dehşeti var. Gerçi okuyalı 10 sene olacak neredeyse, hatırladığım kadarıyla yazayım. Onca dehşetin içinde hissizleşen askerler, okurun da hissizleşmesine, yıkımın trajedisine kayıtsız kalmasına yol açıyor. Bu açıdan ele alındığında gayet başarılı, fakat Alangu'nun kastettiği şey bence şu: Olayı savaşa indirgemek yanlıştır. Savaş bir sonuçtur ve sonuçlar sebeplerle birdir. Savaş sırasında yaşadıklarımız, savaşın çıkmasına sebep olan aptallığımız, bombaların, silahların, her şeyin arkasındaki çarpık fikirler ve her şeyi sessizce izleten korkumuz, işte bunlardır anlatılan. Belki Remarque'ın bahsedilen kitabında bunlar yok ama devam niteliği taşıyan Dönüş Yolu bu mevzuya daha yakın.
Epigraf var iki tane: "Dünya çapında bir felaket bazı şeylere hizmet edebilir. Cürmün işlendiği sırada başka yerde bulunulduğunu ispat etmeye de yarar Tanrı önünde... 'Ademoğlu, neredeydin?' 'Dünya savaşındaydım.'" Theodor Haecker, Gün ve Gece Defteri
Savaş sayısız kişisel tarih de demektir, dünya tarihinin yanında. Belgesellerde çok az asker konuşur, geriye kalanlar neler düşünmüştür, neler yaşamıştır acaba? Savaşanlar sadece aracı, diğerleri neredeydi? Herkes ne düşünüyordu? Neler düşünüldü, neler yapıldı da milyonlarca insanın acı çektiği noktalara gelindi?
"Eskiden yaşadığım serüvenler oldu: Posta hatlarının kuruluşu, Sahra'nın geçilmesi, Güney Amerika... Ne var ki savaş gerçek bir serüven değildir, sadece serüven erzatzıdır... Savaş bir hastalıktır, tifo gibi..." Antoine de Saint - Exupery, Arras'a Uçuş
Savaşın en yoğun yaşandığı günlerden dokuz tablo. Dokuz ayrı metinde bazı karakterleri tekrar tekrar görüyoruz. Feinhals bunlardan biri. Feinhals mimar, savaşın sona yaklaştığı günlerde yılgın askerlerden biri. Tifo gibi deniyor ya, yılgınlık herkese bulaşmış. Öldürülme korkusu bitmek bilmiyor, yaşamak için öldürmek bitmiyor ve diğer bitmeyen şeylerin arasında yaşamaya çalışıyor Feinhals, vurulması da engel olmuyor buna.
"(...) Taarruz çantasını yana itip sağlama almak istediği sırada bir çatırtı koptu yanında. Sanki biri eline kuvvetli bir darbe indirmiş de omzundan kuvvetle sarsmıştı. Bütün sol kolu ıslak bir sıcaklığa batmıştı. Yüzünü toz topraktan çıkarıp haykırdı: 'Yaralandım..'
Feinhals kendini hiç böylesine mutlu duymuş muydu bilmiyordu. Sancısı yoktu; kapkalın sarılıp yanına uzatılmış olan sol kolunda kaskatı ve kanlı, ıslak ve kendine yabancı olan kolunda hafif bir rahatsızlık duyuyordu o kadar." (s. 30)
Vurulduktan sonra gelen rahatlık ve uzva yabancılaşma, asla zarar görmeyeceğini sanan bir insanın gerçeklerle yüzleşip değişmesi sonucu olabilir, yaralanma sonucu cephe gerisine gönderilme ihtimali olabilir. Şoktan kurtulma veya; sonsuza kadar süren kaza anının sona ermesi belki. Tifodan, savaştan bir an için kurtuluş. Kurşun geldi ve kola saplandı, hepsi bu. Bütün olacak olan buydu belki.
Okuyalı bir ay oldu, çoğu şeyi unuttum ve pek de not almamışım. Bir iki şey var aklımda, biri bir askerle yanlış hatırlamıyorsam ekmekçi bir kız arasındaki aşk. Kızın aşktan korkmasına rağmen erkek vazgeçmiyor, kızın gönlünü kazanıyor ve buluşup kaçmak için sözleşiyorlar. Erkek cepheye gönderiliyor, kız bir şekilde yakalanıyor, hatırlamıyorum neden, sonuçta buluşamıyorlar. Kızın sesi güzel, koro kurup yönetmekle uğraşan müzik aşığı bir Alman subayın karşısında şarkı söylerken psikolojisi bozuk olan bu subay, kızı alnından çat diye vuruyor. Sesi çok güzel diye. Adam da cepheden cepheye işte.
Bir de şarap almaya giden biri vardı, bir asker. Şarapları alıyor ve dönüş yolunda savaşın ortasında kalıyor, ölüyor ne yazık ki. Feinhals'in iyi bildiği bir adam bu, evinin civarlarında bir barı falan vardı galiba. Neyse, Feinhals de bir köprünün yapımı için bir yerde işte. Şarapları içiyor arkadaşlarıyla, köprü yapılıyor... ve planlar değişince, Ruslar yaklaşınca köprü yapıldığı gibi imha ediliyor. Kendimce tırto mesaj: İnsanoğlu binlerce yıl boyunca taş üstüne taş koyup bir yerlere geldi, muazzam bir emek var ortada ve bu emek kolayca yıkılabiliyor, bir köprü gibi. Bu bölüm çok güzeldi; Böll köprü yapımında çalışan işçileri ve bu görevle ilgilenen subayı, bulundukları hanı ve han insanlarını da ele alarak, bir tablo yapar gibi yazmış. Ardından yıkım geliyor işte, hastalık bu güzel tabloya da bulaşıyor. Savaşın içinde bir güzellik, savaşın içinde bir yıkım, her şey savaşın içinde eriyip bir oluyor.
Final biraz dramatik; Feinhals evine dönüyor, dönemiyor. Bombardıman sırasında evi başına yıkılıyor gibi bir şey, daha yeni ulaşmışken.
Böll, "En sevdiğim romanım," demiş bu metin için. Belki de kendi savaş algısını, acılarını en gerçekçi şekilde yansıtabildiği içindir. Yıllar boyunca savaşta bir oraya bir buraya sürüklenip durmuş. Böyle bir yaşamdan böyle bir roman.
On numara, savaş leş bir şey.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)