Sezin'imle ev taşıyoruz, öldük. Abimin sponsorluğunda beyaz eşya aldık, yerleştirdik. Yaşam alanımız on katına çıktı, kız ayakkabılarını koyacağı bir sürü rafa kavuşunca mutluluktan ağladı falan, kısacası yazmaya zaman bulamadım. Bu ay da böyle geçsin. Sıklıkla okumaya devam ediyorum, yazacaklarımdan küçük çaplı bir dağ oluştu, 15 tatilde eritmeye bakacağım artık.
Anıların işlenmeden aktarılması zor. Bilincin parladığı anın biricik peteğine sıkışmış olanlar haricinde anılar olabildiğince kurgulanır, hikâyeleştirilir ve paketlenir, sonrasında bir uyarıcıyla birlikte ortaya çıkacak biçimde depoya kaldırılır. Bir şarkı, bir koku, algıların anahtarları her türlü kodu çözer ve yıllar bir anda aşılabilecek mesafeler haline gelir.
Aynı mevzuyla alakalı Hafızadan Kurtulmanın Beş Kadim Yolu diye bir öykü yazıyordum, adam kitabını yazmış. Ben bitireyim de dergiler yine basmasın. Knausgaard'ın üçüncü kuşatması tamamen çocukluğundan ibaret. Bir bölümü olduğu gibi çocukluk, şu parıltılı anlar, diğer bölümler çocukluğun yetişkin yorumlaması şeklinde okunabilir.
Yeni bir mahalleye taşınan ailenin küçük çocuğu, manzarayı hiç unutmayacağı şekilde zihnine kazıyor. Küçük Karl Ove, çocukluğundan bir anda yetişkinliğe adım atıyor ve geçen zamanla birlikte kişiliğinin nasıl değiştiğini, nasıl değişebileceğini merak ediyor. Kitabın yazıldığı ana kadar böyle pek çok an yaşanmış, çoğu hatırlanıyor ve zamanın henüz işlenmemiş bölümü bir bilinmez olarak ortaya çıkıyor. Çocukluk, ölüme dair sahte anılar yaratabilir. Cenaze evinde masaya yatırılan bedenle yeni mahallesini keşfedilmiş bir dünya gibi inceleyen aynı: Karl Ove.
"Bellek, yaşam için güvenilir boyutlarda değil. Üstelik belleğin gerçeğe öncelik vermemesi gibi basit bir nedeni yok bunun. Belleğin bir olayı doğru veya yanlış hatırlamasını gerçeklik gereksinimi belirlemiyor hiçbir zaman. Öz çıkarlar belirliyor bunu." (s. 21)
Bazen karıştırıyorsunuz; anıların anlatıcısı hafıza kodlarını bu çıkarların peşinde çözüyor gibi görünürken çocukluğun doğal anıları bir anda ortaya çıkıyor, karma bir yapı oluşuyor. Güzel bir şey bu, çok katmanlı yapıyı kendiniz aralamalısınız. Hemingway'in buzdağı metaforunu anımsarsanız daha derinlere inebilirsiniz.
İnsanın söylemedikleri olduğunu kim söylemişti?
Tek bir sözcük olsun israf edildiğini düşünmüyorum, Knausgaard okuruna sunduğu şemada anılarının yazınını nasıl etkilediğini anlatıyor aslında. Bu yüzden uzun uzun anlatılan ve anlamsız/değersiz görünen bölümler bile bir amaç uğruna yazılmış. Fark edersiniz ki büyük bir felaketin öncesi ve sonrası uzun uzun anlatılmıştır, zira felaket unutulsa bile ardılı ve öncüsü asla unutulmaz, hafıza eklektik bir şekilde çalışır ve bazı parçaları daha çok parlatır. Bu parlamalardan sıkça görürüz, zira Karl Ove'ın babası, özellikle ilk kitapta ölümünün ardında bıraktığı boşluğa düştüğümüz adam, tam bir sığır olduğu için çocuğa etmediğini bırakmıyor. Bunun yanında ergenlik problemleri, akran despotizmi derken kimsenin yabancısı olmadığı bir dünyayı, orman yasalarının yaşam boyunca en geçerli olduğu zamanları izliyoruz. 60'lı yılların Norveç'i oldukça ıssız, yeşil ve depresif. Despot baba, sessiz anne ve kendi halindeki abi ile birlikte Karl Ove için onlarca kez damgalanmış bir çocukluğu yazmak zor olsa gerek.
Cinsellik, edebiyatın ve müziğin keşfi, okul, arkadaşlar, hepsi bir yerden çocukluğa tutunmuş. İlk öpüşmede arkadaşın öpüşme rekorunu kırmak için salyalarını kızın üzerine akıtan bir beceriksizin hallerini izlerken aynı herifin okuldaki başarılarını ve evdeki hayatta kalma mücadelesini saygıyla izliyoruz.
Tekrar söylemek istiyorum, baba tam bir sığır. Ortaokul öğretmeni olup çocuk psikolojisinden bu kadar uzak kalan bir adam olamaz. Mesleki deformasyon mu diyeyim, ne diyeyim, bilemedim.
Beynin hikâyesi en iyi fantazyaları çöpe atacak kadar heyecan verici ve fantastik. "İnsan Beyninin Gizemi, binlerce benzeri arasından seçilmiş, modern sinirbilimin kurulmasını mümkün kılan kral, yamyam, cüce ve kaşiflerin yaşamlarını yeniden canlandıran, insan beynine dair en iyi hikâyelerin bir derlemesidir." (s. 19) Her bölüm, insan beyninin en iyi anlayabildiği form olan öykü şeklinde kurgulanmış, beyinle alakalı farklı olayların çözümünü okumadan önce geride yatan olağanüstü hikâyeleri öğreneceğiz, sonrasında başa gelenlerin sinirbilimde açtığı çığırı inceleyeceğiz. Kean'in seçtiği örnekler gerçekten akla zarar ölçüde etkileyici. Fiziksel beyinden bilinçli bir zihnin ortaya çıkmasının hâlâ sinirbilimin temel paradoksu olduğunu söyleyen Kean, hikâyelerin beynin yapabilecekleri konusunda fikir vereceğini belirtiyor.
Deli deli işler var, ben üçün beşin lafını yapmam ama çok hadise anlatmayacağım. Beş diyelim, lafını yapalım. Önce mevzuyu anlatayım. Beyin hakkında kesme biçme işlemleriyle başlayan bilgi edinme sürecinin kısa bir tarihçesi bu kitap. Eklemlenen araştırmaların beyin hakkında çok şey söylemeleri bir yana, takip eden bir diğer araştırma tamamen farklı bir telden çalınca önceden bilinenler de tekrar düzenlemeye ihtiyaç duyuyor tabii. Dolayısıyla beyin hakkında her an yeni bir şey bilinebilir, mesela beynin çalışmayan bir bölümü, görevlerini başka bölümlere aktarabiliyor, algılananlar beynin farklı bölümlerinde işlenebiliyor, bir sürü şey. Görseller de hoş; beynin neresi ne iş yapar, beyin çizimleriyle anlaşılabiliyor.
Vaka vaka ilerliyoruz, her bir vakada beynin farklı bir özelliğini ve olguların bilimsel açıklamalarını da öğreniyoruz. Ne güzel. Söylemek gerekir ki çoğu buluş, sezileri ve öngörüleri kuvvetli birkaç bilim insanının omuzlarında yükseliyor. Yaratıcı düşünce, sanatla bilimi bir noktada birleştiriyor.
Paré ve Vesalius'la tanışıyoruz; beyin cerrahisinin önemini dünyaya tanıtan ilk cerrahlar. Tıbbın hurafeden çok daha fazlası olduğunu gösteren bu adamlar, görünenler kadar görünmeyenlerin de mühim olduğunu söylüyorlar. Kafaya alınan darbe, görünür yaralanmalara yol açmasa da ölümcül olabilir, bu bile tıpta başlı başına bir devrimdir kanımca.
İkinci aşamada, görülebilen davranış bozukluklarının temelinde yatan rahatsızlığın beynin kimyasını darmaduman etmesi var. ABD başkanlarından birini katleden şizofren kardeşimizin frengisinin beynin yapısını nasıl cortlattığı anlatılıyor. Güzel.
Üçüncü bölümde beynin yeniden yapılanması, James Holman'ın olağanüstü yaşamında vücut buluyor. Teğmen Holman, İngiliz Donanması bünyesinde çalışırken bütün dünyayı geziyor. Homurtuların sebebi, Holman'ın görme özürlü olması. Görmeyen bir insanın dünyayı gezmesindeki amaç nedir, anlaşılmadığı için adamın anıları görmezden geliniyor, birçok tantana... Olay şu; nöronlar algıları derleyip toparlayarak kendi arzularımızı da katar ve ortaya yeniden yorumlanmış, yaratılmış bilgiler ortaya çıkar. Geçmişi yeniden yaratırız, algıladıklarımızı yeniden yaratırız ve bunu yaparken algı çeşitlerini olabildiğince değerlendiririz, bir kanal hepten kapalı olsa bile. Birçok ses görsel olarak beynimizde yankı bulabilir, bir nevi sinestezi. Bir de ekolokasyon denen nane var, Daniel Kish bu işin üstadı. Daredevil dostumuz ve yarasalarda gördüğümüz ses dalgalarıyla görsel harita çıkarma olayı. Çok az insanın böyle bir yeteneği var. Gözlerinizi kapayın ve dilinizi şaklatarak önünüzdeki manzaranın görselini oluşturmaya çalışın. Ses dalgaları geri gelecek ama algılamada problem yaşayacaksınız, hiçbir şey olmayacak. Görme yetisini kaybeden insanlar zamanla bu kartografi işinde kendilerini geliştirip bir ölçüde görebiliyorlar.
İşin bilimsel açıklamasını geçip garip hadiselere değineyim, merak eden kitabı alsın. Virüsler yüzünden canlı varlıkları tanıyıp cansız varlıklara hiçbir tepki vermeyen insanların hikâyesi ürkünç. Renk hafızasının yitirilmesi, yuvarlak şekillerin algılanamaması, çeşit çeşit rahatsızlık...
Kayıp organ ve organ nakilleri başlı başına bir araştırma konusu. Hayalet (fantom) uzuv sendromunun sebebini az çok biliyoruz; yitirilen bir uzvun kaşınması, acıya yol açması gibi olaylar, beyindeki nöronların o kayıp uzvun hala var olduğunu hissettirmesi sonucu gerçekleşiyor. Organ nakillerinde yeni organın beyin tarafından kabul edilmesi, beynin yapısıyla alakalı. Kısaca, yeni bir organ ne kadar çok kullanılırsa o kadar çok benimseniyor. Tırnak yeme alışkanlığı olan bir insan yeni elinin tırnaklarını yerse bu iyi, zira insan başkasının elinin tırnaklarını yemez. Freud sürçmeleri de engellenmeye çalışılıyor söz gelimi; "bu el" değil de "elim" denmeli falan, bir sürü şey. Aklıma Robocop geldi.
Burada işin farklı bir boyutu var. Kişi yeni organına tamamen kendi özünü döküyor, duygularının yol açtığı kimyasal değişikliklerle yeni organın uyum sağlaması çok önemli. Gerçi burada organların maddesi farklı ama mantık aynı. Kısacası yüz nakli mi yaptırdınız, hemen tıraş olun, gülümseyin, öpün, öpülün, en küçük kasınızı bile çalıştırın. Beynin yeni yüzü kabul etmesi kolaylaşır.
Fantom uzva ek: Ön kolu olmadan doğan bir kız çocuğunun okulda olmayan parmaklarıyla parmak hesabı yapmasına ne dersiniz? Tüm bedenin beyinde zihinsel bir temsili var ve bunun bozulması kolay değil. Şu nefis bölüm de olayla oldukça alakalı zannediyorum:
İngilizce alt yazılı olarak izleyebilirsiniz. Ben de The Animatrix'i en kısa zamanda 30. kez izlemeliyim.
Bedenin zihinsel temsili beyinde olduğu gibi var, peki beyindeki yüz bölgesinin ayak ve el bölgesine komşu olduğunu biliyor muydunuz? İşte şimdi ayak ve el fetişleri daha anlamlı hale geldi.
Son olarak korku hissetmeyen kadını anlatıp bitiriyorum. Bir bombaya kafa atabilir ya da üstüne benzin döküp kendini yakabilir. Bunları yapmamasının sebebi can acısından, ölmekten korkması değil, sadece yaşamanın dikkate değer olduğunu düşünmesi.
Hikâyeler alıp yürüyor, size de okuması kalıyor. TÜYAP'ta iyi bir indirim yakalarsanız alacaklarınızdan biri bu kitap olabilir. Pişman olmazsınız.
Veysel Karani Keleşoğlu, inşaattan düşüp ölen bir işçi. Patronlar şirketin ticari itibarına gölge düşmemesi için cesedini molozların arasına sakladılar ve bundan kimsenin haberi yoktu, hala yok.
Kitabın iki yazarından biri, Ruanda'daki katliamların ardından bölgede inceleme yaparken palalara indirgenmiş insan yığınlarını anlatıyor, sıkı bir yumruk yemiş gibi olursanız devam etmeniz için bir yeşil ışık. Yaşadığınız, bitmez gibi gözüken sonsuz hayatın, her şeyin ardından sonunuz şu: Erkek-pala. Kadın-pala. Çocuk-pala. Boğazınız kesildi, yüzlerce cesetten birisiniz.
Başarılar. Yarın bir manyak tarafından bıçaklanmamak için mücadele ederken, şöyle bir bakıp geçen insanlardan haykırarak yardım etmelerini isterken başarıya ihtiyacınız olacak.
Gary A. Haugen, International Justice Mission (Uluslararası Adalet Kurulu) adlı organizasyonuyla hukuksuzlukların peşine düşüyor ve deneyimlerini anlatıyor. Korkunç hikâyeler var, insanın kanını donduracak cinsten. Hikayelerin ardından tam olarak neler döndüğünü anlıyoruz, Haugen hukuka yatırım yapılmadığı sürece toplumların refah düzeyine ulaşmasının imkansız olduğunu anlatıyor. Sömürge toplumlarının ani özgürleşmelerinin altyapısızlık sonucu daha büyük bir çürümeye yol açmasının yanında gelişen ülkelerdeki çarpık yapılaşmaya -sadece mimari değil- da yer veriliyor ama önce muşta ve biber gazı.
Biber gazı hala gelmedi de muştayı aldım, ne olur ne olmaz diye evde tutuyorum. Silah yerine geçtiği için dışarı çıkarken şimdilik yanıma alamıyorum, yine de varlığı güven veriyor.
Haugen, BM'de ülkelerin temsilcilerine kamu güvenliğinin rezil durumda olduğunu söylerken kendilerinin şiddete karşı nasıl bir önlem aldıklarını soruyor. Cevap: "Güvenlik satın alıyoruz." Güvenlik şirketleri milyar dolarlık bir piyasa haline geleli çok oldu, şık sitelerin etrafında duvarlar yükseleli de öyle. Eh, öyleyse benim muştam, benim kararım. Yarın güvenliğimi tehdit eden bir durum olduğunda önce kafa kırıp sonra tehdit etsem herhalde bir ay tutuklu kalıp serbest bırakılırım. Mahkemeye giderken şöyle güzel bir giyinirim, pişman gözükürüm. Yırttık.
Ben güvenliğimden endişe duyuyorum, psikolojisi bozuk adamlar başkalarından endişe duyuyor ve ortada kullanılacak mis gibi bir silah duruyor. Nuh Köklü'yü öldüren insanlığın ilk halkası, geçen aylarda müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Demek ki benim gibi sığırları caydırıcı pek çok örnek olay var ve beyinsizliğimden kurtulabildiğim sayılı anlarda silah almamaya karar verebiliyorum. Bu eğitimsiz insanlar içinse çok uzun bir zaman boyunca beklememiz gerekecek, zira toplumsal çürüme öyle boyutlarda ki mahkemelerden meclise her yer kokuyor. Yani yarın öküzün teki beni bıçaklayabilir, ben böbreğimi kaybederim, adam bir ay sonra hapisten çıkar ve her şey devam eder. Yani ben yanıma silah almalıyım ve kendimi korumalıyım. Bireysel silahlanmanın önünü açma zamanı geldi. Kolluk kuvvetlerinin bir halt yiyemediği noktada bireyin kendi kolluğunu kendi tutması gerekiyor. Polise güven sıfır, hukuka güven sıfır, öyleyse orman kanunlarının işlerlik kazandığı noktada av başlayacak demektir.
Yuval Noah Harari, Hayvanlardan Tanrılara Sapiens nam kitabında hukukun ulusal ve evrensel düzeyde niçin çok önemli olduğunu Bilal'e anlatır gibi anlatıyor. Şöyle diyor kısaca: "Birader, sen uluslararası hukuku sallamazsan zaten bittin, kanon abilerin seni ezer ama iç hukukun bitmişse senden korkmaya gerek yok, sen zaten kendini er geç bitireceksin. Kimse seninle ticaret yapmak istemeyecek, insanlarının temel ihtiyaçlarını karşılayamaz hale geleceksin ve kelleni uçuracaklar."
Hukuk çok önemli bir şey kardeşim. Neden, çünkü senin güven içinde yaşamanı sağlar. Güvenlik, Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisinde ikinci sırada gelir, birinci sırada su, oksijen gibi yaşam için şart olan maddeler var. Senin güvenliğin yoksa yarın için umudun da yoktur, işinde verimli olamazsın, ilişkilerin tavsar, rezil bir toplumun rezil bir ferdi olursun. Yaşadığının farkına varmazsın bile. Ne acı!
Kitaptaki üç örnekten ikisini vereyim, ilki Peru'dan. Küçük bir yer, herkes birbirini tanıyor, zenginler ve fakirler süregelen şekilde yaşıyorlar. Bir gün 8 yaşındaki bir kıza tecavüz ediliyor ve kızın cesedi yol ortasına atılıyor. Kızın ailesi fakir, haltı yiyeninki zengin. Sonuçta hukuk sistemini, polisinden mahkemesine satın alıyorlar ve yırtıyorlar. Kızın annesi çok yoksul, avukatlara bir dünya para dökmesine rağmen sonuç alamıyor ve elindekilerden de oluyor.
Hindistan. Öncelikle söylemem gerekir ki günümüzde köle olarak yaşayan insanların sayısı, köleliğin hukuken kaldırıldığı zaman yaşayanlarınkinden çok daha fazla. Nüfus korkunç bir şekilde arttı, kölelik kanunlarca yasaklandı ama kimin kanunları? Kanunların gücü nedir, kanunlar gücünü nereden alır? Erdemli insanlardan alır, alması gerekir. Peki, sen çıkarın için insanları erdemden uzaklaştırırsan, onları ot gibi yaşatır ve alım gücünü sürekli azaltırsan ne olur? Sana bumerang gibi döner, semtinde bombalar patlamaya başlar. Yüzlerce koruman ailelerini geçindirememeye başlar, elindeki maddi güç giderek erir, dış baskılar artar, iç baskılar artar. Despot olursun, diktatör olursun. Hindistan'daki patronlardan farkın kalmaz. Hindistan dedim, aynısı Gazap Üzümleri'nde var, ABD'nin batı kıyılarında 100 yıl önce yaşanan insanlık dramından bahsediyorum. İşçiyi borçlandır, haklarını unuttur, hatırladıkları noktada kaba kuvvetle bastır, gözünün önünde çocuğunu öldür, eşine tecavüz et.
Bugün değil, yarın değil, bir gün tepenize çökülecek.
Sinirlendim yine, neyse. Bir iki örnek daha veriyorum, farklı kalemlerdeki problemleri inceledikten sonra çarpıklığın sebebi nedir, ne yapılabilir ve ne yapılıyor, bunları inceleyelim. Önce Kenya'ya gidiyoruz, polislerden korkulan tipik bir gelişmekte olan ülke. 80 yaşında bir kadının evine komşusu tarafından el konuyor ve kadın sokağa atılıyor. Ülkede mülkiyet yasaları oldukça yetersiz olduğu ve yürütülemediği için kadın evsiz kalıyor. Düşünsenize; gece vakti evinizi basan eli sopalı adamlar, "Dessekterget lan buradan!" diye sokağa atıyorlar sizi ve kanun sizin tarafınızda değil.
Filipinler'de kadınlar kaçırılıyor ve zorla hayat kadını olarak çalıştırılıyor, çocuklar satılıyor, neler neler.
Bu kadar korku filmi yeter.
Büyük bir sistem düşünün, kitapta kanalizasyon sistemi ele alınmış. Her şey çok iyi çalışıyor ama son parça eksik olduğu için sistemin hiçbir değeri yok. Devletlerle, uluslararası organizasyonlarla ve sivil toplum kuruluşlarıyla kanunsuzluk/şiddet arasında böyle bir ilişki var. Maddi yardımlar görünürde fark yaratsa da çarpık düzeni değiştirmek için yapılan hiçbir şey yok, dolayısıyla her geçen gün daha çok mağdur türüyor. Sonuçların umut kırıcı olması doğal, zira değişen bir şey yok.
Bunun iki sebebi var, alıntılarla olabildiğince özetliyorum:
"Görünüşe göre iyi insanların yıllardır yaptığı gibi yoksullara her türlü eşyayı ve hizmeti sağlayabilirsiniz, fakat eğer toplumdaki zorbaların şiddet ve hırsızlıklarını zapt etmiyorsanız (yıllardır yapamadığımız gibi) çabalarımızın sonuçlarının oldukça umut kırıcı olduğunu göreceğiz." (s. 11)
Bu bir. Kanunların üstünlüğünün sağlanabilmesi için yapılması gerekenler, hukukun her bir mekanizması incelenerek son derece açıklayıcı bir şekilde anlatılıyor. Polisliğin oluşumu ve farklı versiyonları karşılaştırılıyor, tarihsel verilerle destekleniyor. Polis oldukça önemli, zira herhangi bir yasa dışı durumla karşılaşan ilk birim. Buna rağmen hukuksuzluğun önde gideni polis sayesinde ortaya çıkıyor. Rüşvet, iktidar maşalığı, pek çok işi var adamların. İş yine dönüp dolaşıp iktidara, devlete geliyor. Devletin hukuk sistemini kamu yararına kurması gerek, öbür türlü aylar boyunca tutuklu kalmalar, yıllar boyunca süren davalar derken korkunç tablolar ortaya çıkıyor. Bir örnek var kitapta, adamın biri dosyası kaybolduğu için yıllar boyunca hapishanede kalıyor. Böyle bir şey olabilir mi? Oluyor, inanın.
İkinci mesele: "Görünüşe göre sömürgeci güçler gelişmekte olan dünyayı yarım asır önce terk ettiklerinde kanunların çoğunun değişmesine rağmen kanun yürütmesi; yani sıradan insanları şiddetten korumak için değil, rejimi sıradan insanlardan korumak için tasarlanmış olan sistemler değişmemiş. Bu sistemler, anlaşılıyor ki, asla yeniden düzenlenmemiş." (s. 13)
Vurgu bana ait. Bunun için zamanında sömürge olmaya gerek yok, kendi insanını sömürge olarak gören hükümetler için de aynısı söylenebilir. Sonuçta halkına yeterli hukuki eğitimi vermiyorsun, vatandaşın kanuni haklarını bilmiyor ve bu durumdan kendine kazanç çıkartıyorsun. Bu sadece senin için geçerli değil, çanağını yalayan adamlara da gücünün bir parçasını veriyorsun ve kan emici patronlar çıkıyor ortaya. Devlet, mafyaya dönüşüyor. Mücadele edilen yapı bu. "Sonuç itibarıyla, hukukun korumasının dışında yaşayan yüz milyonlarca yoksul insanın suiistimale uğramasının ana nedeni, genellikle iyi yasaların eksikliği değil, o yasaları uygulamak için gereken işleyen bir kamusal adalet sisteminin eksikliği." (s. 211)
Dilini anlayamadığınız bir kanunlar topluluğunuz olsun ister miydiniz? Hemen Afrika'daki bir memleketten vatandaşlık alın. Kanunlarınız anadilinizde olmayacaktır. Bir ara çevirirler. Kendi ülkemizden konuşalım, sizi gözaltına almak isteyen bir polisle münakaşa ediyorsunuz. Haklarınızı söyleyemezsiniz, daha doğrusu adam sizi dinlemez. Zira kendini bağlayan kanunları en iyi ihtimalle görmezden gelecektir, tabii bunları bildiğini varsayıyoruz. Siz Türkçe konuşacaksınız ama adamın dili başka bir şey, geceyi nezarette geçirmeniz yüksek ihtimal. Sebep? Polise mukavemet. Örnekleri var.
Son bölümde yozlaşmış bir sistemin yavaş yavaş nasıl dönüştürülebileceği ve yazarın hukuk organizasyonunun yaptığı işler var, bir model sunabilir.
Toprağı ilaçladınız, sürdünüz, bin bir emek harcadınız ve mahsulü kaldırmak için bekliyorsunuz. Çekirgelerin saldıracağından haberiniz yoktu, her şeyinizi yitirdiniz. Çekirgeler de bu sistemin bir parçası oysa, hatta Dünya'yı yok edecek bir meteor da öyle. Tehlikeyi yok etmek herkesin iyiliğine, devletin de. Dünyada kamu düzeninin sağlanması yine ele alınıyor, bu kez 150 yıl öncesine göre daha bilinçli bir şekilde. Bizse bir 150 yıl daha bekleyeceğiz gibi gözüküyor.
Toprak türedi. İnsan ev kurdu, toprağı ekip biçti ve devlet ortaya çıkınca daha büyük ve güzel bir şey uğruna -inandırıldıkları buydu- başkaları için de çalışmaya başladı. Ortakçı belirdi, toprağı sürüp ürünleri sahiplerle paylaştı. O da ev kurdu.
Toprak ağası türedi. Ortakçıların arasına düşmanlık soktu, şirketlerin yıkımına yol hazırladı.
Şirketler... Toprakları ele geçirip evleri yıktı, aileleri aç bıraktı. Farklı yatırımlar farklı uğraşlar getiriyordu, bir anda evsiz kalan onca insan söz dinletemedi. Önceleri yenebildikleri adamlar vardı, kanlı canlı insanlar. Şimdiyse karşılarında hiçbir şey yok. Bir şirketle nasıl mücadele edilebilir, elde hukuki bir dayanak olmadıktan sonra? Suyu döversin, o kadar. Hukuk her zaman güçlünün yanında, haklının değil. İnsanlık hakkı bu, tapuya senede gelmiyor ki. Suyunu içtiğin, toprağını yediğin, kaç nesildir yaşadığın yer satıldı, sen satıldın.
Dün haberi çıktı, 80 yaşında kadını kentsel dönüşüm kapsamında evsiz bırakacaklar. Oturduğu daire, yeni bir daireye değer alana sahip değilmiş. Suyu ve elektriği kesildikten sonra başına gelen:
Steinbeck'in insanları, toprağı anlatan diğer yazarlarınki gibi her zaman var olacak. Devletin toprakla bir alıp veremediği var ve sonu hiç iyi olmayacak.
Steinbeck, toprak işçilerinin arasında bulunmuş, onlarla zaman geçirmiş. Bu yüzden yaşadıkları zorlukları biliyor, onların gözünden görüyor her şeyi. Yüce bir anlatıyla baş başaymış duygusu uyanıyor okurda, bunun sebebini uzun süredir doğayla kaynaşık insanların kolay anlaşılmayacak sezgilerinin başarılı aktarımında, doğadan başka bir şey bilmedikleri için her şeyin yoluna gireceğine dair -kentliye göre cahilce, toprağı tanıyanlar için bilgece- sonsuz umudun kavranışında yatıyor.
İncil'i ve Tevrat'ı mutlaka okumak lazım, Edip Cansever de böyle dermiş. İmge zenginliği ve her duygunun arketipi bu metinlerde mevcut, göçler de. Hikâyesini takip edeceğimiz ailenin parça parça dökülüp yine de dağılmaması, yolda olmanın zorunlu birleştiriciliğinden kaynaklanıyor. Huzurlu bir yaşam için Californiya'ya gitmeyi düşünürler, pamukların göz alabildiğine uzandığı bu topraklarda toprağı işlemeye devam edecekler, düşleri bu yönde. Yolda karşılaştıkları insanların söylediklerini umursamazlar, Shangri-La'yı bulmak için tanrı kelamı gibi yayılmış mutluluk ve refah söylencelerinin peşine düşerler.
Kayıpları büyüktür; aileden kopmalar başlar. Ölümler, ayrılıklar araya girse de çekirdek korunur, hedeflerine varırlar ve kendilerine yabancı olan düzenin burayı da ele geçirdiğini görürler. Az paraya çok çalışmak zorunda kalırlar, ancak karınlarını yarım yamalak doyuracak kadar para kazanırlar. Komünal bir kampta geçirilen birkaç gün, California'daki en mutlu günleri olur ama oradan da sürülüp meyve toplayıcılığına başlarlar.
Sıkıntıları biliyoruz, günümüzde de aynen devam ediyor. Üç otuz paraya çalışmak için ölü gibi yaşarlar, yerlerine kolaylıkla adam bulunabileceği için işi bırakıp gidemezler. Her şey tekelin elindedir; besin maddeleri, diğer ihtiyaçlar... Yaşam pahalı, aile bağları güçlü. Gitsin gidebildiği yere kadar. Neleri varsa paylaşırlar, diğer insanlara yardım ederler. Ekmek, araç, ellerinde ne varsa... Hiçbir şey kalmayınca memelerinden süt verirler, son nokta budur. Bir insanın diğerine en çok yakınlaşabileceği nokta. Vücuttan bir parça, başkasının yaşaması için paylaşılmalıysa paylaşılır. Yaşlı bir adam ölmek üzereyken ailedeki genç kızın memesinden süt emer ve son.
Ailenin hikâyesinin yanında sosyoekonomik bir portre de çizilir. Araba satıcıları, araçlar, mekanik gürültü, makineleşen dünya... Traktör şoförleri makineden çıkmış gibi gözüken sandviçlerden yer, çocukların lapaları yağda kızartılır, dünyayı çürüten mazot kokusu her yere siner. İnsanlar hayatta kalabilmek için diğerlerinin enerjisini çalacak hale gelmiştir, büyük buhranın ülkesinde yaşam mücadelesi, diğer insanların omzuna basarak verilir.
Yeryüzünden kovulmuşların serüveni bu, her an bir benzeri yaşanıyor ve anlatılması gerek. Steinbeck, kutsal bir kitap yazarmış gibi yazmış. İlahi bir niteliği var kitabın, hoş.