Anıların işlenmeden aktarılması zor. Bilincin parladığı anın biricik peteğine sıkışmış olanlar haricinde anılar olabildiğince kurgulanır, hikâyeleştirilir ve paketlenir, sonrasında bir uyarıcıyla birlikte ortaya çıkacak biçimde depoya kaldırılır. Bir şarkı, bir koku, algıların anahtarları her türlü kodu çözer ve yıllar bir anda aşılabilecek mesafeler haline gelir.
Aynı mevzuyla alakalı Hafızadan Kurtulmanın Beş Kadim Yolu diye bir öykü yazıyordum, adam kitabını yazmış. Ben bitireyim de dergiler yine basmasın. Knausgaard'ın üçüncü kuşatması tamamen çocukluğundan ibaret. Bir bölümü olduğu gibi çocukluk, şu parıltılı anlar, diğer bölümler çocukluğun yetişkin yorumlaması şeklinde okunabilir.
Yeni bir mahalleye taşınan ailenin küçük çocuğu, manzarayı hiç unutmayacağı şekilde zihnine kazıyor. Küçük Karl Ove, çocukluğundan bir anda yetişkinliğe adım atıyor ve geçen zamanla birlikte kişiliğinin nasıl değiştiğini, nasıl değişebileceğini merak ediyor. Kitabın yazıldığı ana kadar böyle pek çok an yaşanmış, çoğu hatırlanıyor ve zamanın henüz işlenmemiş bölümü bir bilinmez olarak ortaya çıkıyor. Çocukluk, ölüme dair sahte anılar yaratabilir. Cenaze evinde masaya yatırılan bedenle yeni mahallesini keşfedilmiş bir dünya gibi inceleyen aynı: Karl Ove.
"Bellek, yaşam için güvenilir boyutlarda değil. Üstelik belleğin gerçeğe öncelik vermemesi gibi basit bir nedeni yok bunun. Belleğin bir olayı doğru veya yanlış hatırlamasını gerçeklik gereksinimi belirlemiyor hiçbir zaman. Öz çıkarlar belirliyor bunu." (s. 21)
Bazen karıştırıyorsunuz; anıların anlatıcısı hafıza kodlarını bu çıkarların peşinde çözüyor gibi görünürken çocukluğun doğal anıları bir anda ortaya çıkıyor, karma bir yapı oluşuyor. Güzel bir şey bu, çok katmanlı yapıyı kendiniz aralamalısınız. Hemingway'in buzdağı metaforunu anımsarsanız daha derinlere inebilirsiniz.
İnsanın söylemedikleri olduğunu kim söylemişti?
Tek bir sözcük olsun israf edildiğini düşünmüyorum, Knausgaard okuruna sunduğu şemada anılarının yazınını nasıl etkilediğini anlatıyor aslında. Bu yüzden uzun uzun anlatılan ve anlamsız/değersiz görünen bölümler bile bir amaç uğruna yazılmış. Fark edersiniz ki büyük bir felaketin öncesi ve sonrası uzun uzun anlatılmıştır, zira felaket unutulsa bile ardılı ve öncüsü asla unutulmaz, hafıza eklektik bir şekilde çalışır ve bazı parçaları daha çok parlatır. Bu parlamalardan sıkça görürüz, zira Karl Ove'ın babası, özellikle ilk kitapta ölümünün ardında bıraktığı boşluğa düştüğümüz adam, tam bir sığır olduğu için çocuğa etmediğini bırakmıyor. Bunun yanında ergenlik problemleri, akran despotizmi derken kimsenin yabancısı olmadığı bir dünyayı, orman yasalarının yaşam boyunca en geçerli olduğu zamanları izliyoruz. 60'lı yılların Norveç'i oldukça ıssız, yeşil ve depresif. Despot baba, sessiz anne ve kendi halindeki abi ile birlikte Karl Ove için onlarca kez damgalanmış bir çocukluğu yazmak zor olsa gerek.
Cinsellik, edebiyatın ve müziğin keşfi, okul, arkadaşlar, hepsi bir yerden çocukluğa tutunmuş. İlk öpüşmede arkadaşın öpüşme rekorunu kırmak için salyalarını kızın üzerine akıtan bir beceriksizin hallerini izlerken aynı herifin okuldaki başarılarını ve evdeki hayatta kalma mücadelesini saygıyla izliyoruz.
Tekrar söylemek istiyorum, baba tam bir sığır. Ortaokul öğretmeni olup çocuk psikolojisinden bu kadar uzak kalan bir adam olamaz. Mesleki deformasyon mu diyeyim, ne diyeyim, bilemedim.
Müthiş. Üç kitap kaldı, hemen bassalar keşke.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder