21 Aralık 2019 Cumartesi

Sergio Chejfec - Benim İki Dünyam

Arkadaşım Baran Güzel geçenlerde Gökhan Yılmaz'ı merak ettiğini söylemişti. Ne yapıyordu, hâlâ yazıyor muydu, yazmıyorsa neden yazmıyordu, keşke yazsaydı, böyle şeyler. Yılmaz'ın YKY'den çıkan öykü kitaplarından ilkini okuyup beğenmiştim ama ikincisini hiç okuyamayacağım sanırım, Yılmaz telefon edip iki kızı olduğunu, yazı çizi işinden nihayet kurtulduğunu söylemiş. Beğendiğim yazarların sona kalan bir iki kitabını okuyamıyorum, geriye okuyacak başka bir şey kalmayacağı için. Neyse, üzüldüm ve sevindim. Üzüntüm bencilce, sevintimin nedeniyse insanın iyi yaptığı bir şeyi kendi isteğiyle, belki yüce bir amaç için bırakabilecek iradeye sahip olduğunu görmek. Bu yapılabilir, geçici bir süreliğine olsa bile. Peki ne olur, yani bu dürtü ketlenirse insanın gündelik yaşamı bundan nasıl etkilenir? Metinle ilgili birkaç yazı okudum, yürüyüş ve yabancılaşma üzerine odaklanılmış ama ben daha geniş bir açıdan yaklaşmak istiyorum mevzuya, yaz(a)mayan bir yazar, sanat yapmayan veya yapamayan bir sanatçının dünyası nasıldır, iki tane midir gerçekten? Ramachandran'a döneceğim, Öykücü Beyin'den yola çıkarak dünyalar arasındaki simetriyi değerlendirmek geniş bakış açıları sunacak bize. Sanatın nörobilimsel incelemelerinden bir şeyler çarpıyorum: "Sanatçı, sıkıcı aşırı düzenlilikle tam bir kaos arasında denge kurmaya çalışıyor gibi duruyor." (s. 307) Yılmaz'ın şu anki dünyasında dengeyi kurabileceği araç elinden çıkmış, yerine başka ögeler geçmiş gibi gözüküyor. Öykülerindeki kaosa meyilli anlatıyı düşününce sanatın aracılığının oldukça yıprandığını da düşünebiliriz, bunun yanında sıkıcı düzenlilik -öğretmen kendisi, memuriyet düzenli bir ölüm demektir- de bastırıyor bir yandan. Korkunç bir baskı seziyorum burada, birlikte var olabilip muazzam çatışmalara yol açan, yaşama dair en temel iki kaynaktan fışkıran parçalardan nasıl kurtuluyor Yılmaz, örneğin sokakta yürürken veya herhangi bir şeyle uğraşırken "dengeleme güdüsünü" nasıl bastırabiliyor, çok merak ediyorum bunları. Belki şudur: Oradan bir parça, şuradan bir tane, bunu da alalım ve metni yazmaya başlayalım. Gözümüzün önünden binalar geçiyor, kuşlar bedenlerimize göre konumlarını değiştiriyorlar, biz gözümüzde çakıp sönen sözcüklerle uğraşıyoruz. Bacaklarımız otobüsün arkalarını gözümüze yaklaştırıyor, kırmızı buton parmağımızın baskısıyla içeri geçiyor ve önceki pozisyonuna dönüyor, biz metne son noktasını koyup açılan kapıdan aşağı iniyoruz. Ayağımız yola basar basmaz metin tamamlanıyor, sonra hiç var olmamış gibi kayboluyor, biz de patafizikten fiziğe dönüp merkezlikten çıkıyoruz. Araç beynin ta kendisi, hiçbir şey yazmak zorunda değiliz. Değil miyiz? Beyin farklı bölgelerini de işe koşup şeyleri birleştirme çabasında her zaman, bunun yeterliliği sorgulanabilir o zaman. Her şeyin özeti, bir yazarın dünyaları -sadece iki taneyle sınırlı olduğunu sanmıyorum, metnin bağlamında da öyle- belirli yollarla bağlanıyorsa ve bu yolların kesişim noktaları kasıtlı olarak silinmişse, ortadan kaldırılmışsa yazarı nasıl bir dünya bekler? Chejfec'in anlatısını tamamen bu bağlamda okumak bambaşka noktalara kapı açacaktır diye düşünüyorum, sadece yürüyüş kapsamında ele alıp meseleyi bilinç akışına bağlamak metni kısırlaştırıyor.

Vila-Matas'ın önsözünü sona bırakıyorum ama bir cümlesinin yeri tam burası, alayım: "Ben de şimdi bir önsöz yazarı olarak bu kitaba yayılmış o muazzam malzemeyi içine sıkıştıracağım bir formülle özetlemek gibi benzer bir sıkıntı yaşıyorum. Yine de, eğer bir biçimde özetlemem gerekiyorsa, ellinci yaşını doldurmak üzere olan ve muhtemelen bu kritik tarih yüzünden bir yazar olamayana dönüşmek isteyen bir yazarın hikâyesi karşısında olduğumuzu söylerim." (s. 9) Yazmak/yazamamak meselesi için yine Bernhard'ı anacağım, onun metinlerinde yazma ediminin yazılmaya çalışılan metinle doğrudan bir ilişkisi vardır, ikisinin olanaksızlığı, var olamamaklığı ontolojik bir yıkıma varır, zihinle bedenin birbirinden çok da ayrıksı olmadığı son nörobilimsel verilerle kanıtlanmış durumdaysa ve biz bu olamamaklığa bu açıdan da yaklaşabilirsek de ayrıklığı göz önünde bulundurarak düşünelim, zihnin bir eylemi tamamlayamaması, bir bütün haline getirilememesi gibi başarısızlıklar bedeni ortadan kaldıracak noktaya getiriyor, zaten yazamayan, besteleyemeyen vs. karakterler ya zihinle bedenin dumura uğratıldığı bir yalıtılmışlığa çekiliyorlar ya da intihar ederek ikisini birden ortadan kaldırıyorlar. Bernhard'ın anlatısal çözümü yok oluş üzerine kurulu, bu açıdan Chejfec'in anlatıcısından ayrılıyor ama çok da uzağına düşmüyor, yazar/karakter/anlatıcı yazmak istemediği için yaşamını bir kurmaca düzlemine çıkartıyor/indiriyor. Anlatının sonlarına doğru yazıyla ilişkisine değinirken içinden çıkamadığı duruma dair söylediklerinden kendi çıkarımını yapabilir okur, buraya girmiyorum. Neler döndüğüne bakalım bir. Brezilya'nın güneyinde bir şehir, yürünecek bir istikamet, ulaşılmaya çalışılan bir nokta. Anlatıcı bir edebiyat konferansına katılmak için orada, doğum gününe birkaç gün kalması yaşanmış zamanları düşündürüyor, iki arkadaşının yazdığı kitaplar tetikleyici vazifesi görüyor, bu yazar arkadaşlara anlatı boyunca sık sık rastlayacağız. Anlatıcının ulaşmaya çalıştığı park genişçe, olabildiğince insansız bir yer sahasına sahip. Sıkışmışlık hissinden kurtulmak için parka ulaşmaya çalışıyor anlatıcı, yürüyor, yürürken şehri algılarıyla ve imgelemiyle baştan kuruyor ki bu da başlı başına kendi yaşantılarına dönmesi demek, çok somut örnekler sunmasa da insanların ve binaların anlamını geçmişteki anlamlarıyla denkliyor. Bunun yanında her açıdan zengin bir şehir var karşısında, sayısız renk, sayısız insan, nesne, hepsi bir nevi yenilik taşıyor ama bu yenilik bir anlamda yaşantılardan çıkarılanlara iliştirilmek zorunda. Üst üste yığılmış anlam katmanlarını bir düzene oturtabilme gayreti mi yazdırıyor insanlara, belki. Bu sadece bir itki de olabilir, bastırılması şeylerin düzenini bozarak sadece oldukları gibi görülmelerine yol açıyor. Bazı hızlı geçişlerden bunu çıkarabiliriz, anlatıcının "bir insana hayatta eşlik etmek için en iyi sentaksa sahip fiziksel meleke" olarak gördüğü yürüyüş boyunca sarmal bir akışa kapılırız, anlatıcı kendi benliğini kurma çabaları boyunca etrafında olup bitenleri irdeler, sayısız gözlemde bulunur, kendisi olamama tehlikesinin farkında olduğunu belirtir, herkes tarafından dayatılan dil, edebiyat, insana dair ne varsa her şey tarafından kuşatıldığını düşünür, bunun yanında kendi sesini korumak için zihni sürekli hareket halindedir, zihin kendi yürüyüşünü yapmaktadır, fiziksel ve zihinsel edim birbirini mükemmel bir şekilde tamamlamaktadır. Kendini koruma çabalarının sebepleri bu hareket "sonucu" diyeceğim, ortaya çıkar. Anlatıcının yayımlanan son romanına dair oldukça olumsuz bir eleştiri yazısını okuduğu an geçmişten çekilip çıkarılır, bir öz değerlendirme uğraşının parçasına dönüşür. "Romanlarım, ister iyi ister kötü olsunlar, istemedikleri bir hizmete koşulmuş ve kendisiyle kavgalı karakterler yaratıyordu. Ben bile onlardan biri olabilirdim." (s. 23) Bingo. Her uğraşın kümülatif olduğunu belirtiyor bir yerde anlatıcı, hayal kırıklığı ve öfkesi bu yığınsal birikimin temel kaynaklarıymış gibi gözüküyor. Bir nevi düzensizlik, kendilik algısının dış dünyayla uyuşmaması, kurmacayla gerçekliğin durmadan çakışması sağlam bir sıkıntı kaynağına dönüşüyor. Ramachandran'ın söylemlerinden "tesadüflere duyulan tiksinti" kavramını eşeleyeceğim, iki dünya bağlamından yola çıkarak anlatıcının iki farklı akışına göre değerlendirirsek bir tesadüfün tiksintisi arka planda kalıyor, biz zaten beklenen bir şeyle, anlatıcının beklediği bir alçaltılmayla karşılaşıldığını, karşılaştığımızı düşünebiliriz, yazar adına ve okur olarak kendimiz adına. Bir de arka plana bakalım, yazarın kurmacaya varmayacak ama kurmaca niteliğindeki düşünceleri bize aslında olumsuz yorumlarla karşılaşmak istemediği, uğraşını da sürdürmek istediği için insanların eline geçmesini imkansız kıldığı bir metni yazmayı düşsel bir dünyada sürdürdüğünü söyleyebilir miyiz? Keyif aldığına dair bir emare yok, "yürüyüşçünün savruluşu" gibi kendi icadı olan kavramlarla yürüyüşü, zihinsel anlatısını sürdürmeyi sağlayan eylemi olumlayarak, irdeleyerek aslında eylemini sürdüreceğini üstü örtülü de olsa anlatmış oluyor. Anlatılan iyidir, olumsuz eleştiri bir tesadüf olarak değerlendirilebilir, anlatıcı bu yüzden insanlardan uzak durmaya çalışmaktadır ve parka doğru yürümektedir. Ne zaman ki devinimini sona erdirir, düşüncelerinin birliği tavsamaya başlar, Papini'nin anlatıcısını anımsatmayı bırakır, anlatıdan fırlamaya çalışan sivri uçları gösterir. Miras bırakabileceği eşyalardan çakmağın mekanizmalarına kadar pek çok, nasıl diyeyim, metnin dışına çıkmaya çalışan nesneleri anlatmaya başlar, ta ki yazarlığını düşünmeye geri dönene kadar.

Yine Ramachandran'dan bir alıntı yapıp bitireyim: "Sanat doğanın kendi sanal gerçekliği olabilir." (s. 318) Anlatıcımız bu sanal gerçekliğin -zihinsel kurmacanın- içinde kendi gerçekliğini, kendi yaşamını doğanın yansımaları/parçaları arasında sabitlemek istiyor, başka bir sanal gerçeklik yaratmadan yapmak istiyor bunu. Aslında Spinoza'nın Natura naturans ve Natura naturata kavramları üzerinden incelense bu metinden çılgın şeyler çıkabilir, çok ilginç bir araştırma olur bu.

Mutlaka okunması gereken bir metin. Jaguar'ın güzelliklerinden biri.
Ek: Vila-Matas'ın önsözü kaldı. Valla övüyor metni işte. Şöyle güzel, böyle süper diyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder