27 Eylül 2013 Cuma

Nick Hornby - Düşerken

İntihar etmek için kurduğunuz alarmla uyandınız. Giyindiniz, makyaj yaptınız. Belki hiç öyle bir niyetiniz yokken, işinizin ortasında bir anda ofisten çıktınız. Belki evinizdeki izmarit dağının ardınızda bıraktığınız tek şey olduğunu düşünerek ayakkabılarınızı giyip sokağa fırladınız. İstikamet bir gökdelen. Hayat boktan, intihar edeceksiniz. Belki hiçbir şey size yetmemeye başladı, hayatınızda radikal bir değişim istiyorsunuz. Belki canınız çok sıkıldığı için. Her neyse, gökdelene çıktınız ve orada üç kişi daha var. İntihar etmek için en popüler gökdeleni seçtiniz. İntiharı biraz ertelemeniz gerekecek.

Martin Sharp, ünlü bir sabah programı sunucusu. 15 yaşında bir kızla cinsel ilişkiye girdiği için eşini, çocuklarını, işini kaybediyor. Çatıya. Maureen, engelli oğluna yıllardır bakan, kiliseyle ev dışında başka bir yere gitmeyen bir kadın. Rutinden bıkmış. Çatıya. Jess, takıntılı bir genç kızımız. Babası bürokrat, kardeşi kayıp. Zor bir çocukluk geçirmiş, kafayı kırmış biraz. Deli gibi. Chas'in kendisini arayıp sormamasına takmış, çocuğu arayıp bulamamış. Çatıya. JJ, ABD'de iki albüm yapıp dağılmış bir grubun elemanı. Sevgilisinin peşinden İngiltere'ye geliyor, kız bunu terk edince kurye olarak çalışmaya başlıyor. Bir siparişi adrese götürürken motoru yol kenarında bırakıyor. Çatıya. Dördünün karşılaşmalarına kadar hikâyeleri böyle. Karşılaştıktan sonra birbirlerinin hayatlarını toparlamaya çalışacaklar, yapacak başka bir şeyleri yok. Sıkı bir grup da değil bu; her biri çok farklı sebeplerle çatıya çıkmış. Çok farklı insanlar. Bu toparlama mevzusu da haliyle oldukça ilginç olacak.

Jess atlamak üzereyken Martin kızı boynundan yakalıyor, Maureen'le birlikte kızın üstüne oturuyor. O sırada ortama JJ geliyor, pizza sipariş edip etmediklerini soruyor. Çalıştığı yerin motosikletini çalışır halde aşağıda bırakmış. Böyle tanışıyorlar. JJ hakkında bir iki şey: Faulkner, Dickens, Vonnegut, Brendan Behan, Dylan Thomas seviyor. Gerisi kendi ağzından:

"Neyse, kısacası bir yılbaşı gecesi Kuzey Londra'da o boktan mopedinizle pizza dağıtıyor, üstelik bütün ay çalışmanın kaarşılığında ala ala asgari ücret alıyorsanız insanlar hemen sizin bir zavallı olduğunuz sonucuna varıyor. Tamam, evet, işin içinde bir zavallılık var tabii. Zavallı adamlara, hiçbir işte dikiş tutturamamış olanlara göre bir iş pizza dağıtmak. Ama bu işi yapanların hepsi de geri zekalı değil. Hatta Faulkner ve Charles Dickens okumuş olmama karşın bu işi yapanlar arasında en aptalı, en azından en eğitimsizi bendim. 

(...)

Benim kuşağımın sorunu şu: Hepimiz kendimizi birer dahi sanıyoruz. Elimizle bir iş yapmak ya da bir şeyler satmak bizi tatmin etmiyor, biz ille de bir şey olmak istiyoruz. 21. Yüzyılda yaşayan insanlar olarak bunun en doğal hakkımız olduğunu düşünüyoruz. Eğer Christina Aguilera, Britney ya da bilmem kaç tane boş kafalı Amerikan pop yıldızı bir şeyler olabiliyorsa, biz niye olmayalım? Biz de istiyoruz, tamam mı? Benim grubum için de geçerliydi bu. Biz de böyle düşünüyorduk işte. Bir barda görebileceğiniz en şahane sahne gösterilerini biz yapıyorduk. İki albüm çıkardık. Müzik eleştirmenleri albümlere bayıldı ama sokaktaki insanlar için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Yetenekli olduğunu bilmek insanı mutlu etmeye yetmiyor, değil mi? Aslında yetmeli tabii. Yetenek bir armağandır, sana öyle bir armağan bahşedildiği için yatıp kalkıp dua etmelisin. Ama ben öyle yapmadım. Tam tersi, öfkelendim çünkü yeteneğim para etmiyordu, üstelik Rolling Stone'un kapağına bile çıkamamıştım." (s. 35)

Sonrasında yapmak istediği ve yapamadığı onca şey var, anlatıyor bir bir. Yeteneği olan, fakat kendi deyişiyle ayaklarının üstünde duramayan bir adam. Kimsenin yetenekli olmakla yetineceğini sanmam, ego manyakları hariç. Kullanılamayan yetenek adamı içten içe yer. Fırsatı olsa dünyanın en iyi müzisyenlerinden biri olacağını düşünen, hatta bilen bir adamın memur vs. olduğunu düşünebiliyor musunuz? Her gün ayrı bir işkence olur. Bu abimiz için de durum bu. Evet, belki herkes bir şey olmak istiyor ama yeteneğinin olmadığını er geç anlayan biri için rüya çabuk bitiyor. JJ gibiler için o rüya devam ediyor. Boktan bir işte çalışırken bile.

Yarım saat veriyorlar birbirlerine, hikâyelerini anlatmaya başlıyorlar. Martin için kolay bir olay; bir televizyon yıldızının skandalını elbette duymayan yok ama işin öbür boyutunu anlatıyor. Kızın 15 yaşında olduğunu bilmiyormuş, çok alkollüymüş. Böyle şeyler. Jess Chas'i anlatıyor. Maureen oğlunu anlatıyor. Arada intihar sebeplerini tartışıyorlar. Bu dört karakter de sırayla anlatıcı oldukları için olayların her biri açısından nasıl şekillendiğini rahatlıkla görebiliyoruz. Düşüncelerini de okuyabiliyoruz tabii. Mesela JJ'in intihar sebebi olarak beynindeki CCR hastalığını söylemesi. CCR, Creedence Clearwater Revival. Who'll Stop the Rain. Kendi trajedisini intihar etmek için yeterli görmemesi. Her birinin böyle küçük mevzuları çıkıyor arada.

Önce Jess'in olayı çözülüyor; gökdelenden inip Chas'in olduğu partiye gidip çocuğu buluyorlar. Çocuk, Jess deli gibi bir şey olduğu için onu aramamış falan. Jess müsteşar kızı işte, ailenin durumu iyi olsa da yıllar önce kaybolan bir abla var, aileyi dağıtmış bu. Anne manyak olmuş, Jess'e karşı leş gibi. Jess de tırlatıyor hafiften. Ne diyeceği, ne yapacağı belli olmayan bir kız.

Martin'in evine gidiyorlar sonra. Eşi Martin'den ayrılmış haliyle, çocuklar da yanında. Martin, birlikte program sunduğu Penny ile birlikte yaşıyor. Penny'le hikâyesi için dediği: "(...) Kitapta birbirlerine aşık oldukları halde bir türlü bir araya gelemeyen, nihayet bunu başardıklarındaysa artık yüz yaşına basan bir çiftin hikâyesi anlatılıyordu. (...) İşte Penny'le ilişkimiz de böyleydi." (s. 91) Burası güzel, çünkü kitap Kolera Günlerinde Aşk ve Hornby bundan Ölümüne Sadakat'te de bahsediyordu. Böyle ince izleri bulunca seviniyor insan.

Martin'de Sevgililer Günü'ne kadar intihar etmeyeceklerine dair söz veriyorlar. 14 Şubat'ta buluşacaklar. O arada hayatları daha iyiye gitmiyor tabii, hatta buluşmalarından sonra da işler iyice acayip bir hale geliyor, gazeteciler Martin'den dolayı bu intihar grubuna ilgi göstermeye başlıyor, bunlar da bir meleğin kendilerini intihardan vazgeçirdiğini söylüyorlar, para karşılığı röportaj yapıyorlar falan. Kitabın yarısı böyle, diğer yarısında farklılıklarının ve ettikleri onca kavganın kendilerini iyileştirdiğini görüyorlar. En azından kitabın sonunda kimse ölmüyor. Ha, başka bir buluşma gününde gökdelenin tepesinde bir araya geldikleri zaman beşinci bir kişi görüyorlar, binanın kenarında. Adamı vazgeçirmeye çalışırlarken adam sessizce inleyip bırakıveriyor kendini aşağı. Kendi hayatlarını sona erdirmeye o kadar yaklaşıp başaramadıkları, aslında pek de sorunlu kişiler olmadıklarını düşünerek utanıyorlar diyebiliriz, bu duyguyla birbirlerine sarıyorlar yine. Kim anlatıcıyken düşünüyordu, bilmiyorum ama birinin fikri şuydu: Aslında yaşamayı çok seviyorlar ama hayatları boktan. Yaşamla ilgili bir problemleri yok, sadece bazı şeyleri değiştirecek güce, sabra sahip değiller.

Daha pek çok olay var, tatile çıkıyorlar falan, büyük bir toplaşma oluyor tanıdıklarıyla ama şu kadarını söyleyeyim, Maureen kendi hayatını yaşamayı unuttuğunu anlıyor, bir işe giriyor. JJ, kendisini terk eden kızla konuşuyor ve kızın kendisini müziği bıraktığı için terk ettiğini duyunca sokakta gitar çalmaya başlıyor. Başarısızlıktan değil, onu hayata bağlayan müziği bıraktığı için. Martin ve Jess de bir şekilde devam ediyorlar. Hayat devam ediyor.

Hornby okurları bu romanı pek sevmemişler, çok sinematografikmiş. He, bir de kitabın film haklarını Johnny Depp satın almış, öyle de bir olay var. Öyledir, değildir, bilmiyorum. Beş Hornby kitabı okudum, Ölümüne Sadakat bir yana, diğerlerinden iyi veya kötü diyemem. Hornby işte. Akar gider. Pek tavsiye ederim.


Bunu da tavsiye ederim. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder