16 Ocak 2020 Perşembe

David Eagleman - Ve... Sonraki Hayattan Kırk Öykü

Nörobilim temelli kırk kısa öykü kırk farklı olasılık sunuyor, aslında çoğu tek bir olasılığın biçimleri. Neokorteksimiz sağ olsun, hikâyeleştirilip örüntüye dönüştürülen algısal izler sayesinde yaşama dair az çok bir fikrimiz var. Bilgimiz az, fikrimiz de az. Kurzweil'a göre görselliğe dönük donanımımız elde edilen verilerin tamamını işleyemiyor, gördüğümüz şeyler on üç görü çerçevesinin birleştirilmesinden oluşuyor, bu çerçevelere giremeyen veri ne oluyor, kayboluyor. Dünyanın tamamını deneyimleyemiyoruz kısacası, üstelik tek bir duyudan kaynaklanan bir kayıp bu, diğer duyuları da katarsak deneyimlediğimiz yaşamın güdükleştiğini söyleyebiliriz. Var olduğumuz dünyada yaşamıyoruz aslında. Bunlar bir yana, neokorteksimizde kronolojik sıraya dizilip anlam örüntüsü yaratan anılarımız aslında bir bütün olarak gelmeye yatkın, tek bir anı parçası işleme girerken bağlandığı diğer parçaları da peşinde sürüklüyor, bilinç bütün anları yumak haline getirip gözlerimizin önünde yuvarlıyor. Eksik ve modüler yaşamımız sona ererse ne olur? Mesela bütün anılar toptan hatırlanacağı için gözlerimizi hiç açmadan otuz yıl uyuruz, yedi ay boyunca aralıksız seks yaparız, on gün hiç durmadan televizyon açarız, her şey bir araya gelmiştir. İlk öykü bu, Eagleman öykülerinde beynimizin çalışma prensiplerini ele alarak ölüm sonrasını kurguluyor. Sadece nöroloji yok bu öykülerde, The Simpsons'ın açılış sekanslarından birinde Homer'ın gözüne girip evrenin en uzak köşelerine varan yolculuğa benzer yolculuklar var, birtakım varlıkların kurduğu evrenin bir parçasına dönüşmeye dair uydurukluklar var, Tanrı'nın evrenle ne yapmak istediğine dair çıkarımlar var, çeşit çeşit. Tanrı'nın insafa gelmesi örneğin, insanlar daha fazla acı çekmesin diye Şeytan'ı işten çıkarıyor ve herkesi cennetine topluyor. Gerçek eşitlik ilk defa hakikate dönüşüyor, komünistler inanmadıkları bir varlığın inandıkları değerleri hayata geçirmesiyle şaşkınlığa düşüyorlar, muhafazakarlar hor görebilecekleri çulsuzlar olmadan mutlu olamıyorlar, liberaller, anarşistler, herkes mutsuz, nihayetinde herkes cehennemde olduğuna dair fikir birliğine varıyor. Karşı kutbun, ötekinin olmadığı bir dünya yaşanabilir olmaktan çıkıyor, Matrix'in ilk versiyonu da benzer bir sebeple çöküyordu. Amigdalanın korku üretmesi lazım, bunun için yeterli ölçüde korkunun/kaygının olmadığı bir dünyada beynin atıl duruma geçmektense yer aldığı organizmanın yaşamını sonlandırması olasılık dahilinde, dolayısıyla beynimiz ne yapmaya muktedirse onu yapsın, beyne onu yaptıralım, yoksa içeriden havaya uçarız ve pek de bir olayı olmayan dünyaya veda ederiz. Etmeden başka bir mevzuya geçelim, yine anılarla ilgili. Ölünce belli belirsiz bir değişiklik hissediyoruz, güne başlar gibi yaşıyoruz, dişlerimizi fırçalıyoruz, işe gitmek üzere evden çıkıyoruz, bu tür şeyler. Her günkü gibi bir gün, tek fark yeni uyarıcıların olmaması. Aynı insanlarla aynı yollarda gidiyoruz, her gün aynı anıları canlandırarak yaşıyoruz, aslında minicik bir dünyamız var yani. Yaşarken de böyle. Ben dünya diye bir şey olduğunu ilk olarak askere gidince anlamıştım mesela, askerlikten öncesi her şeyin yavan bir çeşitlemesi olarak giderken o facia bana yaşamın boyutlarını gösterip beynimi yakmıştı. Neyse, yalnızlık duygusunu hiç o kadar derinden hissetmemiştik, her şey aynıydı, üstelik kendi seçimlerimizin sonucuydu her şey. Otobüs durağında bekleyen insanlardan biriyle konuşsaydık yaşamı genişletecektik, yapmadık. Gökyüzü hep aynı renkte, kartondanmış gibi kaldı, bir an olsun durup göğü izlemedik. Bir nevi cehennem bu, aynılık. Başka bir cehennem, türler basamağında iniş. Öldük, bir at olmak istedik. Özgürce koşmak, çayırlarda hoplayıp zıplamak istiyoruz. Bedenimiz şekilleniyor, at formuna giriyoruz ama beynimizi geride bırakmak zorunda kalıyoruz, at beyni insan beyninin ürettiklerini üretemediği için düşüncelerimiz yavaş yavaş kayboluyor, at olmak istediğimizi hatırlayamıyoruz, daha da kötüsü bir daha insan olamayacağımızı hatırlamak insan olarak yaptığımız son şey oluyor ama at olduktan sonra bunun pek de bir önemi yok sanırım, ölümün olduğu yerde biz yokuz yani, Antik Yunan vecizesi.

Ölmeye devam ediyoruz, başka bir düzlemde başka varlıklarla karşılaşıyoruz. Lütfedip bizimle konuşuyorlar, normalde sallamazlar. Neil deGrasse Tyson'ın seminerlerinden birinde söylediği bir söz var, insanlara en son ne zaman yolda yürürken durup da bir kuşla, bir solucanla konuştuklarını soruyor. Belki öyle varlıklar var ki bizi sallamayacaklar, bir parça sümükmüşüz gibi yanımızdan geçip gidecekler de farkına bile varmayacağız bunun. Neyse, öyküdeki varlıklar başka bir varlığın farkına varıyorlar. Evren aslında, bütün parçalarıyla evren, yaşamın sebebini de içeren. Ne ki konuşmuyor, kendisiyle iletişime geçilip geçilmediğinin farkında bile olmayabilir. "Anlam, uzamsal boyuta göre değişiklik gösterir." (s. 24) Tanrı'nın gözdesinin Shelley olduğunu düşünelim örneğin, O'nun anlamını bir yazar taşıyor. Öbür tarafta Shelley'nin etrafında melekler var, kadına hizmet ediyorlar, kadın başının az üzerinde duran bir haleyle etrafına bakıyor. Olay Frankenstein'ın Canavarı'nda bitiyor tabii, tanrılar yarattıkları varlıkları sevebilirler mi, özellikle yanlış yaptıkları veya birbirlerini yok ettikleri zaman? Tanrı'nın yalnızlığını kusursuz bir şekilde anlattığı için Shelley baş köşeye alınıyor, makul. Başkalarının yaşamlarında rol almakla birlikte anlamı oluşturanlara da bakalım, bazılarının rüyaları bazılarının gerçekliği haline gelince dünyadaki herkes birbiriyle etkileşim kuruyor, böylece gecenin yaşandığı yerlerdekiler gündüzdekilerin yaşamlarını deneyimliyor, rüya boyutunda. Ölümü kardeşi rüya, insanları birbirlerine bağlayarak onları öte tarafa hazırlıyor. Bunun da bir sonu var, başka bir öyküye bağlıyorum: "Üç ölüm vardır. Birincisi bedenin işlevini yerine getirmeyi bıraktığı zamandır. İkincisi bedenin mezara sevk edildiği zamandır. Üçüncüsü ise gelecekte, isminizin son defa telaffuz edildiği o andır." (s. 31) İsmin telaffuzunun yeterli olacağını sanmıyorum gerçi, aile ağacını çıkaran bir torunumuzun sayesinde sonsuza kadar yaşayabilecek miyiz? Sanmam, hatıralarla bir ilgisi olmalı bunun. Başka bir yaşamı etkilediğimiz ölçüde canlı kalacağız. İki yolu var bunun, biri insanların yaşamlarında bıraktığımız anılar ortadan kaybolmadan yaşamaya bir güzel devam ederiz, bu iyi. İkincisi de moleküler değişim, belki bir parçamız yıldıza dönüşebilir, gezegene de dönüşebilir, her şeye dönüşebilir. Böylece atomlarımız bilinç kırıntılarını taşıyarak masif gök biçimlerini oluşturabilir. Bir zamanlar neye ait olduklarını hatırlayamazlar ama sezerler, tıpkı bizim de zamanında çok büyük bir şeyin parçası olduğumuzu hissedip o şeyi hatırlayamamamız gibi. Bunu hisseden vardır diye umuyorum, diyelim ki deniz kenarındasınız, denize ve gökyüzüne bakıyorsunuz. İlahi, kutsal bir şeyden bahsetmiyorum, bilinçlilikten veya bilinçsizlikten de bahsetmiyorum, sadece bir durumun yarattığı histen bahsediyorum. Hatırlamamızın imkansız olduğu bir durum, önümüzden geçen vapurlar gibi orada duruyor, dile gelmeyecek bir şey. Garip.

Kırk öykü, kırkı da birbirinden ilginç öykü. Son zamanlarda okuduğum en kafa açıcı şey bu, ihtimallerin varlığı sevindirdi açıkçası, ne diyeyim, daha az kıstırılmış hissettim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder