1 Ocak 2020 Çarşamba

Giovanni Boccaccio - Decameron

Harold Bloom, Chaucer üzerinden Boccaccio'ya değiniyor. Doğrudan bir incelemeye girmemiş, Batı Kanonu'nun oluşumunda Boccaccio'nun önemli bir etkisi var ama merkeze alınan Shakespeare'in doğrudan beslendiği isimlere odaklanmayı seçmiş Bloom, Dante ve Chaucer odak noktalarda ama Boccaccio için ayrı bir bölüm yok. Neyse, Chaucer Şubat 1973'te Floransa'da dolanıyor. Dante öleli yarım yüzyıl geçmiş, Boccaccio ve Petrarca da kısa bir süre sonra ölecek, Chaucer'ı besleyecek kaynaklardan ikisi yaşıyor yani. "Endişe" kavramını ele alıyor Bloom, Chaucer'ın bu iki isimden ilham ve esin aldığını söylüyor, etkilenme endişesi Chaucer'ı kuşatıyor, belki de metninde Boccaccio'nun adını hiç anmaması bu yüzdendir. İkisinin metinleri de birbirine oldukça benzer, tipler hikâyelerini sırayla anlatırlar ve hikâyelerin anlatımı dışında pek konuşmazlar, hatta Chaucer bir hikâyesini doğrudan Boccaccio'dan alır. Belki de almaz, halk hikâyelerini öyküleştirdikleri için bir meydan okuma da gerçekleşmiş olabilir, Chaucer bu işleri Boccaccio'dan daha iyi becerdiğini göstermek istemiş olabilir. İkisinin metinlerinde de hikâyelerin başlıklarında anlatılacakların özetleri verilir, beklenmeyen olaylar anlatıyı bambaşka bir noktaya götürür ve öykülerde Tanrı'nın gölgesi sezilir, bu tür şeyler. Chaucer'ın Dante'den uzaklaşmasının ve Boccaccio'nun ortaya koyduğu biçime yaklaşmasının nedenini Dante'nin ölümünden sonra geçen elli yılda bulabilir miyiz diye düşünüyorum, gerçi çok kısa bir zaman aralığından bahsediyorum ama burjuvazinin yükselişiyle birlikte toplumsal değişimlerin hızlandığı bir dönemde içeriğin ve biçimin değişmesinin tam zamanıydı belki, ironik hikâyelerin "gerçek olmaması ya da hakikati resmetmesi gerekmediği" fikrini Boccaccio'dan alan Chaucer, İngiltere'ye dönünce otuzlu yaşlarında edindiği birikimi şahane metnini oluşturmak için kullandı. Bloom'a göre "İngiliz Boccaccio" olarak görülmekten nefret ederdi Chaucer, zaten Chaucer çok daha iyi bir hikâye anlatıcısıdır. Şiiri ve öyküyü bir ölçüde birleştirmeyi, hikâye anlatımında ikisini birlikte kullanmayı ustalıkla başarmıştır. Sağlam adamdır ama yine de hikâyelerini Boccaccio'ya borçludur tabii. Ferit Burak Aydar'ın çevirdiği Roman ve Halk'a bakıyorum, Fox'a göre Ortaçağ'ın sonlarına doğru ticaretle uğraşan İtalyan ve İngiliz toplumları modern anlamıyla ilk hikâyeleri ortaya çıkardılar ve hikâye anlatımının içeriği kadar biçimine de kafa yordular, erkeklere ve kadınlara duyulan merakla birlikte anlatım biçimlerini az da olsa çeşitlendirdiler. Fox'un Hazlitt'ten alıntıladığı bölümü doğrudan alıyorum, söylenenler Boccaccio'nun metni için de söylenebilir, büyük ölçüde: "Chaucer'ın karakterleri birbirinden yeterince ayrıdır ama kendi içinde çok az çeşitlilik gösterir, benzer önermeler oldukları hissini uyandırırlar. Chaucer'ın karakterleri tutarlıdır ama tekbiçimdir; başından sonuna kadar onlara dair bir fikir edinmeyiz; bunlara farklı bir ışık tutulmaz ya da tali özellikleri yeni durumlarda gösterilmez; bunlar tasavvur edilemez derecede doğruluk ve kesinlik gibi ayırıcı özellikleri olan ama aynı değişmemiş havayı ve tutumu muhafaza eden portreler ya da fizyonomik çalışmalar gibidir. (...) Yani Chaucer sadece hikâyesinin istediği kadarını, belli bir amaç için gerekli olanını anlatmıştır. (...) Chaucer'da karakterin özünün sabit olduğunu algılarız." (s. 85) Boccacio'nun insanları da benzer niteliklere sahiptir, hümanist fikirlerin bin küsur yıldan sonra tekrar, bu kez daha köklü bir şekilde ortaya çıkmaya başladığı zamanda, o zamandan kısa bir süre önce yazıldıkları için karakter özelliği taşımazlar, tiplemeden öteye geçemezler. Aracıdırlar, dönemin ahlaki ve dini niteliklerinin aktarılması ve eleştirilmesi amacıyla kullanılırlar. İnsanlık komedyasının versiyonlarından birinde rol almaktan öteye geçemediklerini söyleyebiliriz, kaderleri hikâye anlatıcısının niyetiyle çoktan belirlenmiştir, dolayısıyla özgür iradeleri yoktur. Yol açtıkları görece trajik, çoğunlukla komik kazalara göz atarız, hemen her öyküde kıssadan hisseye uygun olarak ders alırlar veya ders verirler. Kurnazlık, cesaret gibi özellikleri sergilerler, aptallık yapanların cezalandırılmaktan başka seçenekleri yoktur. O dönemde aşka ve karşı cinse duyulan derin merakın ürünü olarak yüceltilirler veya aşağılanırlar, aşkın yarattığı duygulardan çok aşkın bağladığı özne-nesne ikilisinin durumlarına göre değerlendirilirler. Dönem insanının tek boyutlu özelliklerini yansıtırlar kısacası.

Metne dönüyorum, çevirmen Rekin Teksoy'un giriş yazısına bakalım. Boccaccio 1313'te doğuyor, halkın konuştuğu İtalyancayla yazıyor, böylece koca bir edebiyat tarihindeki önemli değişim noktalarından birini ortaya çıkarıyor. Grekçe öğreniyor, Petrarca okuyor, Dante'nin ve Petrarca'nın şiiriyle baş edemeyeceğini anlayınca şiiri bırakıyor. Devlet kapısında görev alıp maddi sıkıntısını gidermeye çalışıyor, 1348'de Decameron'u yazmaya başlayıp 1351'de bitiriyor. "Decameron biçimsel yönleriyle 'ortaçağ' temalarına bağlı kalsa da, hümanizmanın tohumlarını taşıyan bir kültürün habercisidir." Petrarca'ya benzer bir yön. Boccaccio 1350'de Petrarca'yla tanışıyor, Petrarca'nın 1374'teki ölümüne kadar kitap değiş tokuşu yapıyorlar. İlginç bir hadise var, Boccaccio yaşlandığında bir din adamı bu büyük yazara öbür dünyaya hazırlanması gerektiğini, halk ağzıyla daha fazla yazmamasını söylüyor. Boccaccio bunalıma giriyor, o güne kadar yazdığı her şeyi yok etmeye kalktığında Petrarca'nın engellemesiyle kendisine geliyor. Petrarca'ya göre edebiyat da Tanrı'ya hizmet edebilir, bu yüzden yazmaya devam etmesinde bir sakınca yok. Boccaccio bu olaydan sonra eserlerini Latince yazıyor ama hikâyeleri çoktan öyküleştirmişti, üstelik eseri başarılı da olmuştu. Ortaçağ'ın bilinen hikâyelerini anlatmış olsa da yeni biçim ilgi çekti, "insanın mistisizme karşı koyuşu" başlı başına dikkat çeken bir yenilikti. Floransa burjuvazisinin hızlı yaşamı, kentlerden gelip geçen onca insan, onca insanın olayları anlatış biçimleri yeni biçimin temellerini oluşturdu. Rekin Teksoy da müthiş bir çeviriyle bizim nazarımıza sundu bunları, neden böyle bir çeviriye giriştiğini ayrıntılarıyla anlatıyor. O güne yapılan iki çeviride de eksikler mevcutmuş, cinsellik sahneleri sansürlenmiş falan, bir dünya şey. Sadi Irmak'ın çevirisinde Ortaçağ anlatılırken Fatih'in İstanbul'u alması, kutsal bir fethin gerçekleşmesi gibi metinle ilgisiz fikirlere de yer veriliyormuş, ilginç. Yapıyor bunu bizim çevirmenler, bir Dostoyevski çevirisinde de benzer bir şey vardı diye hatırlıyorum. "Bu gavurlar böyle derler ama en büyük Allah'tır," diye not düşebiliyorlar, çok ilginç. Halikarnas Balıkçısı da metinden iki öyküyü çevirmiş bir derleme için, Teksoy çevirileri beğenmiş, "Keşke öykülerin tümünü aktarsaymış" diyor.

Yedi kadınla üç erkeğin on gün boyunca anlattıkları öykülerden oluşuyor metin, arada Boccaccio'nun aldığı tepkilere cevap mahiyetinde kısa bir bölüm var, bu kesinti dışında on kişi her gün birer öykü anlatıyor, toplamda yüz öykü okuyoruz. Yazarın aşık olduğu ve kavuşamadığı kadına göndermeler de var, Boccaccio bu kadın için roman yazmış ama yetmemiş olacak ki bu metinde de kadını anmış. Kadının tutkusu yüzünden bir araya gelemediklerini söylüyor, biraz da bu yüzden -buradan sonrası metinden bağımsız gevezelik- öykülerde kara sevdalar, ihanetler, aldatmalar ve kavuşmalar havalarda uçuşuyor, yazar kavuşamadığı aşkını ve dönemin uç noktalardaki kadın-erkek ilişkilerini denkleyerek özellikle seçtiği halk hikâyelerini kaleme alıyor. Her bir gün için her günün konusu etrafında anlatılan on hikâye, hemen hepsi romans niteliği taşıyor ve kadınları anlatının merkezine konumlandırıyor. "Kadınlar örneğinde gördüğümüz gibi, yazgının, güü a olanlar destek vermede cimri davranışının haksızlığını bir ölçüde gidermeye çalışacağım. Seven kadınlara -bunların dışındakilere iğne, iğ, çıkrık yeter- destek olmak, kucak açmak amacıyla artık geçmişte kalan ölümcül veba salgınından kaçmak için bir araya gelen, yedi kadınla üç genç erkekten oluşan dürüst bir toplulukta on gün boyunca anlatılan yüz öykü, masal ya da meseli ve söz konusu kadınların sevdikleri için söyledikleri şarkıları aktaracağım. (...) Sözünü ettiğim kadınlar öykülerimi okurlarsa, hem öykülerin eğlenceli içeriğinden keyif alacak, hem de kaçınılması ya da benimsenmesi gereken davranışlar konusunda hiçbir çaba harcamadan yararlı bilgiler edinmiş olacaklar." (s. 21) Sonrasında iç dünyası duyarlı olan kadınlar için uyarı niteliğinde bir paragrafla başlıyor metin, öykülerin kahkahalara ve özellikle gözyaşlarına yol açacağı uyarısı yapılıyor ve şenlik başlıyor. "Tanrının oğlunun insan kılığına girişinin bin üç yüz kırk sekizinci yılında" Floransa'da veba salgını baş gösteriyor, Doğu'da başlayıp Batı'ya kadar yayılan hastalığın yol açtığı toplumsal kargaşaya dair manzaralar sunuluyor, ardından bir kilisede, yas giysileri içinde bekleyen yedi kadına odaklanıyoruz. Pampinea adlı kadın diğerlerine kilisede durmayıp yola çıkmaları gerektiğini söylüyor, Elissa söze girerek kendilerini yönlendirecek bir erkeğe ihtiyaç duyduklarını belirtiyor, o sırada kiliseye en gençleri yirmi beş yaşın üstünde görünen üç erkek giriyor, kadro tamamlanmış oluyor böylece. Duraklarına doğru yola çıkıyorlar, varınca o gün için bir kraliçe seçiyorlar, günün sonuna kadar kraliçe -sıra erkeklere gelince kral- tacını takıyor ve ertesi gün anlatılacak hikâyelerin konusunu belirliyor. Oyun oynamayı isteyenler mağlupların üzüleceği fikriyle bu istekten vazgeçiyorlar, herkes hikâye anlatmaya odaklanıyor. Chaucer'da girilen bir iddia yüzünden anlatılan hikâyeler burada ölümden uzak durmak için anlatılıyor.

Hikâyeler son derece basit, tek boyutlu. Burjuvazi eleştirisinin yanında yozlaşmış din adamları da iğneleniyor bir güzel, Tanrı'nın adı ne kadar saygıyla anılıyorsa uçkurunun peşindeki rahipler o kadar lanetleniyor. Doğrudan olmasa da hikâyelerde kötü duruma düşürülerek. Rahibeler için genellikle olumsuz bir eleştiri yok, hatta ilk günün öykülerinden biri bu konuda ilginç bir örnek sunuyor. Bir manastıra gelen, sağır ve dilsiz taklidi yapan, rahibelerce aptal olarak görülüp aslında son derece zeki olan bir adam zaman içinde her bir rahibeyle sevişiyor, olayların ortaya çıkmasıyla birlikte adam yol alıyor, rahibeler de hiçbir şey olmamış gibi yaşamlarını sürdürüyorlar. Katolik inancının sert yasaklarını hangi düşüncelerle deldiklerine dair birkaç açıklama var aralarda, tiplemelerden biri Tanrı'nın affedici olduğunu, cinsellik günahının da affedilebilir olduğunu söylüyor örneğin, bu tür değerlendirmeler söz konusu. Kadınların dilediklerince yaşamaları gerektiği fikri ortaya çıkıyor sonuç olarak, hayati ihtiyaçları karşılayamayan eşler ekarte edilip en nihayetinde silkeleniyorlar, aklını başına alanlar kadınlarının sözlerini dinleyerek değişiyorlar veya komşular tarafından dövülüp yollanıyorlar. Öykülerden şunu da anlayabiliriz, mahallelinin yargı konusunda yargıç kadar olmasa da gücü var, hemen bir mahalle mahkemesi niteliği beliriyor, ardından iddialar dinleniyor ve suçlu olarak görülen tip sopayı yiyor. Mahalleli hem yargıç, hem kolluk kuvveti, hem arkadaş, hem dalavereci, her şey. Öykülerin içeriği bu minvalde. On öykü anlatıldıktan sonra ertesi günün kralı veya kraliçesi seçiliyor, anlatılacak öykülerin konsepti belirleniyor, kadınlardan biri sevda türküsü söylüyor, ardından herkes uykuya çekiliyor. Sonraki günün başında betimlemelerle civardaki güzellikler anlatılıyor, yürüyüşler ve öğle uykuları sonrasında hikâye faslı başlıyor yine. Böyle böyle yüz öyküye ulaşıyoruz. Bazı öyküler kısa, bazıları çok uzun. Her öykünün başında Teksoy'un düştüğü güzel dipnotlar var, örneğin Boccaccio'nun yaşadığı muhitteki karakterlerin öykülerde yer aldığı bilgisi veriliyor, bir de La Fontaine'in pek çok öyküyü masallaştırdığına dair bilgiler var, hoş.

Boccaccio'nun olumsuz tepkiler üzerine yazdığı bölümle bitireyim. Dördüncü günün başında yazar, eserini bol bol övüp olumsuz eleştirileri cevaplıyor. Doğrudan kadınlara sesleniyor, kadınları çok sevdiğinden ve hoşlarına gitmeye çalıştığından bahsediyor, en sonunda da patlıyor: "Beni çekiştirenler ağızlarını kapatsınlar artık! Kızışmak için bana öfke kusacak yerde, yozlaşmış beğenilerine uygun olarak yaşasınlar titreye titreye. Beni rahat bıraksınlar, şu kısacık ömrümüzü bulandırmasınlar." (s. 336)

Temel bir metin işte, okuna.

Patrick Watson geliyor bu arada, iki ay sonra en önden izleyeceğim. Dün bu şarkıyı dinleyerek yeni yıla girdim, dursun burada.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder