2 Ekim 2013 Çarşamba

Léo Malet - Hayat Berbat

Anlam veremediğim bir şekilde memur oldum. İstanbul'dan beş saat uzaktayım. Küçük bir sahil kasabası, demiştim bunları. Her yer çok sessiz. Tenha. Arkamda orman, önümde Karadeniz var. İnsan yok. Unutkanlığımın son raddesi: Pazar günü 5 litrelik su aldım, öteberi aldım, eve dönüyorum. Bir müddet yokuş çıkmam gerekiyor. Yoruldum, yol kenarında durdum. Yağmurluğumu yaslandığım çite astım. Sonra poşetleri yüklenip eve geldim. Dün. Dersim bitti, eve geldim, tütün doldurmak için makaron almaya indim. Çıkıyorum, aynı çite yaslandım. Aa, e benim yağmurluk bu? İki buçuk gündür bıraktığım şekilde duruyor? İstanbul'da olsa anında kaybolur, sanki evimin askılığına asmışım gibi duruyor öyle. Gelen geçen zaten pek yok, geçenler de umursamadılar mı artık ne oldu, bilmiyorum. Neyse, yapacak pek bir şey yok. Breaking Bad bitti zaten, Seinfeld izliyorum, hikâye yazıyorum, kitap okuyorum. Bu kadar. İlk maaşımı elime aldım, ne yapacağıma karar veremedim. Yıllar boyunca o kadar yolsuzdum ki o para elimi yaktı. Aldığım gibi bankaya geri yatırdım. Şimdi de bilmiyorum, ne yapacağım onu. Dursun öyle. Oğlum siz parayla ne yapıyorsunuz lan, bir iki anlatın da önemini falan anlayalım.

Şuraya gelecektim; mayış iyi güzel, çıkıp şunu yapayım bugün diyebiliyor insan ama alışkanlıklar değişmiyor. Hafta sonları İstanbul'a kaçıyorum, eskici eskici, spotçu spotçu geziyorum. Halk ekmekçi var, ona gidiyorum. Tekerleksiz Bisikletler'i 1 TL'ye aldım adamdan. Bir de şu: http://www.nadirkitap.com/kitapara_sonuc.php?kelime=%FEikasta&anasayfaara=ARA Doris Lessing'in iki kitabı var bende, bunu da merak edip aldım. Sapanca'da bir tezgahta buldum. 4 TL. Birinci ve muhtemelen son basım. Şimdi hazine bulmanın keyfi varken neden gidip de fahiş fiyattan birinci el almak? Kazın oğlum, kitap süpermarketlerine kaptırmayın paranızı.

Kara Üçleme'yi yine böyle eşelenirken buldum, Küçükyalı'daki kitapçımda. Hayat Berbat'ı Behzat Ç. izleyenler hatırlayacaktır, bir sahnede Şule okuyordu ve Behzat da saklıyor muydu neydi. Neyse. Metis Polisiye olarak geçiyor bu üçleme ama polisiyeye tür olarak yakın bulamadım ben. Sıkı bir polisiye okuru da değilim, pek ahkam kesmek istemem ama kitaplardan genel olarak anlamadığım için buna hakkım olduğunu düşünüyorum. Kara anlatı işte. Paris'in gettoları, kaybeden insanlar. Gırla. Léo Malet, gençliğinde böyle ortamlarda bulunmuş, hayata tutunmaya çalışmış biri. Breton'la vs. tanışmamış olsaydı kendi metinlerinin kahramanlarından biri haline gelebilirdi belki.

Albert, Paul, Marcel ve Jean, para yüklü bir banka aracını soymak üzere araçlarından fırlıyorlar. Kamyonet diyelim, kamyonetin arka kapısı açılıyor ve Jean, içerideki iki kişiyi tarıyor. paraları alıp tüyüyorlar, bir de yastık bırakıyorlar ki Paul'ün kamburu numaradanmış gibi algılansın. Paul gerçekten kambur.

Anlatıcı Jean, hikâyeyi Jean üstünden öğreniyoruz ama olay bir süre sonra tamamen Jean'a dönüyor. Saldırıdan önce Jean'ın düşündüğü: "(...) Hayat berbattı. Bu her gün kendini gösteriyordu. On yaşında olmak isterdim. Neden bilmem ama on yaşında olmak isterdim. Muazzam bir on yaşında olma arzusu. Hayat berbattı; bu tiksindirici ve korkunç bir çarktı; biz de berbatlığının sürmesine katkıda bulunuyorduk." (s. 9)

Jean, hayatın ve hayatla ilgili hemen her şeyin berbat olduğunu düşünen bir kardeşimiz. Çocukluğu pek parlak değil, sonunda kendini katliam yaparken buluyor. Soygun olayı, bir fabrikanın grevdeki işçilerine destek amaçlı. Jean'ın bağlı olduğu komitenin üyeleri, mücadelelerinin silahlı eylemlere dönüşmesinden rahatsız olsa da çoğu şey gibi bu da Jean'ı etkilemiyor, çünkü Jean bazı fikirlere, ideolojilere yakın olsa da -ya da böyle bir ihtimal var olsa da- düşünceleri hayatın berbat olduğuna çıkıyor her seferinde. Bu yüzden bağlı olduğu hiçbir şey yok. Bu sefilliği sürdürmek istemiyor gibi gözükse de bana kalırsa içten içe bundan keyif alıyor. Grevdeki işçilerin kanlı paraya sırt çevirmelerinin ardından soygunu onlar için yaptığını, sefilliğe razıysalar nesiller boyunca sefil kalmalarının en iyisi olduğunu düşünüyor falan. Başkalarını düşünüp kendi hayatını bok çukuru olarak gören bir adam. Oysa o bok çukurundan baktığında bütün dünyayı bokla sıvalı olarak görmesi lazım. İçten çatışmalı bir adam Jean.

Neyse, kaçıyorlar soygundan sonra. Marcel yaralanıyor, Jean arkadaşlarına Marcel'in işinin bitik olduğunu söylüyor ama aslında öyle değil. Diğerlerini uzaklaştırıyor, Marcel'in yüzüne gülerek yarasının ölümcül olmadığını, ancak bunu diğerlerinin bilmediğini söylüyor ve Marcel'i öldürüyor. Kendince bir mizah anlayışı var adamın. Banka aracını tararken öldürdüğü adamlardan biri de aşık olduğu kadın Gloria'nın babası. Görüştükleri zaman durumu ustalıkla gizliyor.

İşçiler kanlı parayı istemiyor, para da Paul'le Jean'a kalıyor. Şehrin dışında bir villada yaşıyorlar, gazetelerde soygun haberleri çarşaf çarşaf. Bir gün hapisten kaçan bir kız geliyor villaya, Paul'le birlikte oluyorlar. Bir zaman sonra kız anlıyor bunların soyguncular olduğunu, Paul kızı öldürüyor. Soğukkanlılıkla. Banka soygunları planlıyorlar, yaptıkları en iyi işe devam edecekler. Jean'ın isteği bu.

"İnsanoğlunun yokedilmesi dileklerimi hiç yüksek sesle söylememiştim. Sadece garip hayallerle hoş tutardım kendimi... Yeryüzünde evrenin seyredilebileceği noktayı bilseydim, oraya koşar, toprağa bir kazık sokar, ona asılır ve düşerken dünyayı da peşime katarak kendimi boşluğa atardım. Bir de, yeryüzünün karnında bir kutuptan diğerine kazılı ve içi dinamit dolu tünel sistemi vardı..." (s. 48-49)

İşin bir de Gloria'yla olan bölümü var. Gloria, Lautier'yle evli. Lüks içinde yaşayan bir kadın. Jean'la sinemaya gidiyorlar, geziyorlar falan. Lakin Jean'ın hiçbir meyli olmuyor Gloria için, en azından ayan beyan. Lautier bir gün aralarında bir şey olmasından şüphelenip çıngar çıkartıyor, bir tane ekliyor Jean'. Bu olaydan sonra Gloria'yla ayrılıyorlar. Bir gün Jean'le görüşmek istiyor. Yine Jean'la ilgili bir bölüm: "(...) Lautier, kendilerinden emin ve bir o kadar da mühim olan bu gerzekler oyundan geliyordu herhalde. Gloria'yla karşılaşmıştı ve onunla yatmıştı. Ben de Glorria'yla karşılaşmıştım, ama aramızdaki engelin büyümesine ses çıkarmamıştım. Hemen onunla yatmayı düşünmemiştim. Daha derin bir şeyler olmuştu. Yaldızlı parıltılarla dolu gözlerden gelen büyük bir fırtına uçurmuştu beni. Ne sefil bir batık olduğumu ancak daha sonra kavramıştım. Hayatta nasıl hareket edileceğini bilmiyordum. Ben bir nihilisttim. Ancak Browning arkadaşımın kurşundan havlamaları yoluyla kendimi ifade edebiliyordum. Engelleri kaldırırken bunun yol açtığı yeni engeller yaratarak Gloria'ya doğru kanlı bir yol açıyordum kendime. Ve en müthiş engeli ruhumun içinde taşıyordum." (s. 96) Hayatını yönlendirdiğini düşünen, Gloria'yla ilişkisinin kontrolünün elinde olduğunu sanan Jean, hayatta nasıl hareket edeceğini bilmediğini ekliyor. Her şey elinin altından kayıyor, Browning hariç.

Lautier'nin Jean'la son görüşmesinde gebertiyor bunu Jean. Sonrasında Gloria'yla yenen aile yemeğinde aile dostu psikolog giriyor devreye ve sona doğru geliyoruz. İlk görüşmede bir olay çıkmıyor. Burada çok malzeme var, sabrım yettiğince alacağım.

Jean dört yaşındayken annesinin öldüğünü öğreniyoruz. Bu olaydan sonra mezarlıklara seve seve gitmeye başlamış. "Ve kendim de bir mezarlık oldum. Evrensel bir matemi tutuyor gibiyim." (s. 126) Annesi dolayısıyla bütün kadınlar çürüyormuş gibi düşünüyor. Bir yerde onların sadece fahişe olduğunu da söylüyordu. Gloria için tam olarak geçerli değil bu. Bu çürüme duygusu, hayatta kimseye zevk vermediği ve hayattan zevk alamadığı düşüncesiyle paralel. Gloria'yı bundan uzak tutuyor. Olabildiğince.

İkinci görüşmede her şey çöküyor. Gloria da orada, sokaktan geçen bir gazeteciden gazete alıyor. Paul yakalanmış, ötmüş. Her şey ortaya çıkıyor, Jean esir alıyor bunları. Doktor tanıyı koyuyor bu sırada; Jean'ın elindeki silahı gösteriyor, "Sizin cinsel organınız bu!" diyor. Bundan sonra müthiş bir final var, doktorun Jean'ın psikolojisini çözümlemesi. Uzun, hepsini alamıyorum. Sadece iki şey: Gloria'nın Jean için bir ceset olması ve Jean'ın yaşamının uzun, zarif bir intihardan ibaret olması.

Olduğu gibi anlattım kitabı zaten, son da sürpriz olsun ama pek de sürpriz olmayacak.

Yakın bir zamanda Erich Fromm'dan İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri'nin ikinci cildini okumuştum. Onu da yazmam lazım ya buraya, neyse. Bu ciltte "Kıyıcı Saldırganlık: Ölüseverlik" adlı bir bölüm var, burada Hitler inceleniyor. Hitler'in bir iki özelliğini Jean'a benzettim, o yüzden bu konuyla ilgili bir bölümü alıntılayıp bitiriyorum. Durumun temellerini alamadım, sadece genel bir değerlendirme:

"Aşırı ölüsever kişilerin çok tehlikeli olduklarını vurgulamaya pek gerek yoktur. Bunlar, içi nefretle dolu, ırkçı, savaş, kan dökme ve yıkım yanlısı kişilerdir. Bu kişiler, yalnızca siyasal önder olmaları durumunda değil, diktatör bir önderin olası yandaşları olarak da tehlikelidirler. Bunlar ilerde cellat, terörist, işkenceci olurlar; onlar olmaksızın hiçbir terör dizgesi kurulup işletilemez." (s. 159-160)

2 yorum:

  1. Ben de çok idealist kararlar alma eşiğindeyim. Temizlikçi falan olmayı düşünüyorum.

    YanıtlaSil
  2. Küçük yerlerin öyle özellikleri var, günlerce kalır ağaçta almazlar yağmurluğu. Bodrum'a yerleştiğim ilk seneler yol kenarlarında mandalina ağaçları kimse koparmıyor. Hep düşünürdüm kamera şakası olarak o ağacı götürüp İstiklal Caddesine koysak o meyveler kaç dakika öyle kalır acaba diye. :)))

    YanıtlaSil