Yüksek lisansta sınıf arkadaşım anlatmıştı, Ordu ve civarında nadiren görülen bir gelenek olarak tabut mezarlığa götürülürken sokak sokak gezdirilirmiş, ruh mezardan çıkıp evine dönmesin, dönüş yolunu bulamasın diye. Şamanların şarkılarını duyuyoruz, ne olduğunu bilmesek de.
"If I die tomorrow
I'd be alright
Because I believe
That after we're gone
The spirit carries on"
Dream Theater - The Spirit Carries On
Öte geçenin bilinmezliği hayal gücüyle tamamlanıyor, bu novella da mütevazı bir katkı. Norveç'in denizlerinin ve ağaçlarının arasında bir yaşam, sona erme biçimi yaşama dahil. Sabahtan sabaha aslında, ölümü bir başka sabah olarak düşünmek hoşuma gidiyor. Akşam faslı yokluğun ele alınış biçimiyle ortaya çıkıyor. Tanrı ve Şeytan çekişiyor, düalist mantığın işlerlik kazandığı yerde Tanrı'dan gelenle Şeytan'ın eziyeti birbirine karışıyor. Hiçlik, doğanın eninde sonunda bizi yüzleştireceği gerçek. Her şeye gücü yetmeyen Tanrı fikriyle insanın acizliği birleştiği zaman hiçliği sezmek olası. Olai bu orta noktayı oğlu Johannes doğarken saptıyor; Tanrı'nın hem çok uzakta hem de çok yakında olması insanın yalnızlığını artırıyor, insan pek umursanan bir varlık değil çünkü. Doğum da bu umursanmamanın acısını katlayan bir şey, zira Tanrı'nın bir hediyesi. Var olduğu varsayılan Tanrı'nın. Neyse, çocuk doğacak birazdan.
İki bölüm, ilkinde doğum ve Olai'nin sorgulamaları var. Fedakarlık, ceza, cılız bir, "Eli! Eli!" ünlemesi birbirine karışıyor, Johannes'in babası ilahi bir sorumluluğu da yüklenmiş oluyor böylece. Bebeğin feryadı bütün o seslere, seslerin kaosuna katılıyor. Birlik yok, her şey dağınık, dingin bir coğrafyanın boğucu sessizliğinde sezilmesi zor olan bir karmaşanın adı bir türlü konamıyor, sadece uyumsuz sesler var.
İkinci bölümde Johannes uyanıyor, olağanın aksine ağrısı sızısı yok. Güzel bir sabah, yaşlı adam her şeyi yapabilecek bir güce sahip. Kısa zaman önce ölen eşi Erna'dan kalan boş sandalye her sabah kendisini selamlıyor ama o sabah olabildiğince orada, Erna'yla ilgili anıları da orada, hatta Erna hiç gitmemiş gibi. Johannes ev işleriyle ilgilenirken arkadaşı Peter'la bir araya geliyor ve geçmişte yaşanan bir olayı tekrar yaşıyor. En başta köfte çakılmadıysa burada çakılır artık; birkaç fotoğraf, birkaç duygudan başka bir şey kalmıyor geriye. Ölü dost Peter'ın gözünden yaş geliyor, Johannes'in denize attığı zokanın batmaması kendi reddedilişini hatırlatıyor, tabii arkadaşı adına duyduğu üzüntü de var. Deniz artık Johannes'i istemiyor, dünyanın değişmesi gerekiyor. Yavaş bir değişim bu, Johannes'in yaşamından koparılıp alınması bir anda gerçekleşemeyecek kadar zor. Doğaya iz bırakmış ve doğayı ruhunun bir parçası haline getirmiş Johannes'in hazırlığı yavaş yavaş tamamlanıyor, zirve ve dip noktaları hatırlanıyor, tekrar yaşanıyor, biçimlendiriliyor ve kronolojik düzende işleniyor, yaşamdan sonra bile. Her şey olup biterken virgülden başka bir noktalama işareti yok, hayatın akışını bölmek mümkün değil. Akşama kadar bu minvalde ilerleyen hikâyenin sonunda Peter arkadaşını hazırlar, birlikte bir sandala(?) binerler, sandal gemiye dönüşür ve bir tek düşüncenin kaldığı o son anda beyaz bir dünyanın içinde bulurlar kendilerini. Bu gemiyle geçiş hadisesi de son derece mitik, Tolkien'ın dünyasından Kharon'a seksen çeşit örneği mevcut. Neyse, böyle bir son. Johannes'in cenaze töreninde gökyüzünde beyaz bulutlar vardır, güneş batmaya yakındır, yaşam göçmeye müsaittir. Ne güzel! Alışkanlıkların ölümden sonra da sürdüğünü görürüz, dostluklar sürer, her şey varlığını sürdürür, kişi kendinden başka bir şeye tutunmaz.
Dream Theater'la bitiriyorum, albümü de yıllar sonra baştan dinliyorum şimdi. Öldüğümde fonda çalacak beş albümden biridir herhalde, lisede onlarca kez dinlemiştim. Vay be. Kitap şahane kısaca, ıskalamayın derim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder