Merak ettim tabii, literatürde ne var ne yok, araştırdım. Yürümenin erdemini anlatan kitapları buldum, edindim. İyiler, düşüncelerimi derleyip toparladılar sağ olsunlar. Bu da o kitaplardan biri. Okunmasını tavsiye ederim ama en hararetli tavsiyem yürümeniz yönünde olur. Şimdi Can Öz'ün bir röportajında duydum, ulaşım için yürümenin faziletinden bahsetti. Yürüyün yani, yeni yollar için, hayatınız için.
Gros'un incelemesi Solnit'inkinin konsantre haline benziyor; hacılar, Thoreau, Wordsworth, Nietzsche, Rousseau, peripatetikler falan, daha kısa ve net şekilde ele alınıyor. Yürüme edimine dair anlatılanlar ise daha sezgisel, felsefi işler. Kitabın fark yarattığı nokta bu. Bir de Sel'den çıkan Yürümeye Övgü'yü merak ediyorum, onu da bir haftaya iyi edip yazarım.
Yürümenin bir spor olmadığı fikriyle başlıyor Gros. Sporda bir sıralama, amaç var ama yürümenin doğasına aykırı bir şey bu. İlginç bir durum; yürümek trekking'e dönüştüğünde yürüyüş kıyafetleri, ayakkabıları, besinleri, kısacası tüketilecek bir dünya şey giriyor devreye. "Para ruhları boşaltmak, tıp ise yapay bedenler inşa etmek için istila eder sporu." (s. 9) Oysa yürüyüş bunlardan uzaklaşmakla bir olmalı, en azından sağaltıcı yürüyüş böyle bir şey. Gündelik hesapların alanından uzaklaşmak, bütün zincirleri kırmak, erteleme özgürlüğünü yaşamak demek. "Yürüyerek kimlik fikrinin kendisinden, biri olma, bir isim ve hikayeye sahip olma isteğinden kaçarsınız." (s. 14) Faydacıysanız, bir şeylerin peşindeyseniz özgürlüğün tadını almak çok zor, yine de siz bilirsiniz.
Nietzsche bölümü. Filozofun yaşamında yürümenin önemini görürüz. Wagner sevdalısı bir adamın dönüşümünü, Wagner'in boğuculuğunun farkına varmasını okuruz. Parlak bir zihnin adım adım çöküşü, saatler boyunca yapılan yürüyüşlerin etkisiyle yavaşlar ve bu süreçte oluşan fikirler kitaplaşır; adamın kitaplarının çoğu bu yürüyüş fasıllarının ardından yazılır. Yukarıdan bakış: tepelere yürüyen filozof, insanların küçük dünyasını görür ve yerleşik ahlakın zehrini duyumsar, daha iyinin üretimi için yıkımı şart koşar. Dionysos ve Çarmıha Gerilen kimliğine bürünen Nietzsche, bengi dönüşünü çılgınlık dönemlerinde tamamlar ve hayata gözlerini yumar. İnsanlığın hatrına dilsiz kalır, gerçi söyleyeceğini söylemiştir çoktan.
Dışarısı-içerisi farkı. Yürüyüş bu ikisinin eridiği potadır. Dışarıdan alınanların içeridekilerden pek de farklı olmadığı an, o an bir esrime halidir, doğanın bir parçası olmanın hatırlandığı. Saatler boyunca ikamet edilen yerin ev olduğunun farkına varmak, yürümenin kazandırdıklarından biri budur. Deniz kenarı evimdir, yol da öyle. Zen bakışıyla düşünüyorum; bunun farkında olmanın olmamaktan farkı, ayaklarımın yerden kesilmiş olması. Suda yürümediğimi iddia edenin alnını karışlayacak noktaya gelmem kolay. Orada kalmak zor ki zehri bir kez almışım, ayaklarım durmuyor, bir adım diğerini takip ediyor, öyleyse manzara değişiyor, ben değişiyorum ve bir tek ayaklarıma güveniyorum. Kafi.
Rimbaud, sıkıntılı ruh. Şiir yazmayı bıraktıktan sonra yürümeye devam. Kışın evinde dil öğrenir, hava güzelleşince kilometreler boyu yürür. Kıbrıs, Afrika, yürünecek neresi varsa. "Burada olmanın acısı, bir yerde durmanın, yaşarken gömülmenin, kalmanın imkansızlığı hissedilir karın boşluğunda." (s. 48) Free Bird dinlemek bir parça sezdirir belki bunu, ötesini düşünmek bir kara yokluk. Sayfalarda rastlayabiliriz biraz. Belki.
Gerisi Gandhi'ye kadar uzanan bir yolculuk, anlatmak yerine sahilde yürümeyi tercih ederim. Hava biraz sisli, içim açık.
Alın bunu, iyi.
Ne zaman yürümek dense sizin "Çöp Adam Hilmi'nin Şarkısı" çalmaya başlıyor kafamda artık, "daha uzağa yürümeli / yürümek, dallara meyve olmak". Ben de çok önemli kararları yürürken veriyorum, fark ettim onu. Çok küçük yaşlardan beri de çok keyif aldığım bir şey oldu yürümek. Kitapta da bahsi geçer, işte çocuk için her gezinti yeni bir maceradır minvalinde anlatıp durmuş, öyleydi hakikaten. Yürümenin hayatımdaki yerini tabii çok sonraları fark ettim.
YanıtlaSilŞu ilk dağcılık eğitimi muazzamdı. Tüm yürüme hadisesini orada çözmüş olabilirim. Sırtımızda koca koca çantalar, yürümeye başladık, tek sıra halinde konuşmadan yürüyoruz, henüz asfalttayız. Güzel. Sonra yokuş tırmanmaya başlıyoruz, muazzam bir kar var, güzel. Sonra terlemeye başlıyorum, sonra oflamaya başlıyorum. Manzaraya bakayım diyorum, durup manzaraya bakmak mümkün değil, yürüyoruz. Konuşmadan yürü, yürü, yürü. Sinirleniyorum. Sonra mevzuyu çözüyorum, blogda da demiştim "bir soğuk var, bir de yürümenin kendisi." Kayıyorum, düşüyorum ikide birde, sonra zihnimdeki düşünceler de siliniyor, düzlüğe çıkana kadar yalnızca öndeki ayak izlerine ve kendi adımlarıma odaklanabiliyorum. Düzlüğe çıkınca kendimle muhabbetler başlıyor, muazzamdı.
Nefret ediyorum metrolardan, dolmuşlardan. Bana kalsa her yere yürüyerek giderim. Eskişehir'e gittim, dedim ki oğlana "Ankara-Eskişehir arası yürüyerek 36 saatmiş. Yani eğer şu asfalt yol olmasaydı seni görmek için yola düştükten iki gün sonra falan görüşebilecektik en iyi ihtimalle. Ve bu bence ikimiz için de çok iyi olacaktı." Olurdu da hakikaten, ben yürürken mevzuları çözerdim, o beklerken. Asfaltlar bir kez daha bitirdi bizi Utku.
Daha Thoreau'lar falan okunmadı bir türlü, ama bu bayağı iyi kitap gerçekten, ağlamaklı ola ola okudum.
Muhteşem. Yolu yenemezsin, yenilecek bir şey değil zaten. Yolla birlikte dönüşürsün. Bu olmalı.
YanıtlaSilCemileçu, geç gidilmesi gerekenler var, hiç gidilmemesi gerekenler var. Bazen içime doğuyor, çağrılıyorum ve gitmemem lazım diyorum, gittiğimde mutlaka dert olacak bir şey oluyor. Onun dışında ben de bıktım, at mı alsam diye düşünüyorum. Atlı taşımacılık. Şehir çok büyük, illa bir şeye binilecekse ata binilsin. Ne bileyim. Petrolün gözü kör olsun.
Çok daralıyorum. Annemlerin memleketi Bursa'ya gidip dağ bayır yürüyecektim, hava bozdu. Haftaya umarım. Yürümek lazım, başka türlü nasıl geride kalacak geride kalması gerekenler?