17 Nisan 2017 Pazartesi

Guy de Maupassant - Gündüz ve Gece Hikâyeleri

İki öykü var, lisedeyken ders kitaplarında okumuştum. Biri Necati Cumalı'nın diye hatırlıyorum. At arabasında bir adam, yıldızları ve ayı izliyor. Bilinmeyene yolculuk duygusu, gece her yanı sarmış. Bulamadım bu öyküyü, Necati Cumalı'yı da henüz pek okumadığım için bir süre bekleyecek bu. Diğeri bir kolye hakkındaydı. Onu buldum işte. Meşhurmuş zaten, azıcık aransaydım çoktan bulurmuşum. Bir film vardı, buldum, Motorama'ymış. Lisede İstanbul'daki Duman konserlerini kaçırmazdık, grup çıkmadan önce bir şarkı çaldı, aklım gitti. Yıllarca denk gelmeyi bekledim. Sonra şarkının akorlarını yazdım ve puf! Pearl Jam, I Am Mine. Aşkı aradım, zaman zaman buldum, zaman zaman pas geçtim. Belki anlatmışımdır, ilginç bir hikâye: Bir zaman evlenmek üzereydim, kızla Beyoğlu'nda evlilikle alakalı, şimdi ne olduğunu hatırlamadığım bir işi halletmek üzere dolanıyoruz. Arkadaşını mı görecekti, bir işi vardı, ben de sahaflara gitmek istiyordum, bir saat sonra buluşmak üzere ayrıldık. Aslıhan Pasajı'na gittim, dükkanlardan birine girdim. Sahip var, kitaplara bakan bir kız var, o kadar. Ben de bir uçtan bakmaya başladım, üç kitap seçtim. Kasaya geldim, kız da diğer köşeden yaklaştı.

"Ya pardon, söylemem lazım, aynı kitapları aldığınızın farkında mısınız?"

Kızın bile belli belirsiz farkındaydım, nereden farkında olacağım? Kitaplar da yani bırak üçünü, biri bile aynı olsa olaydır. İşin olasılık yanı her zaman rasyonalize ediyor, eyvallah da Yıldız Ecevit'in bilmem hangi batmış yayınevinden çıkan eski bir kitabı, Roland Barthes'ın yine aynı yayınevinden çıkan bir kitabı, diğerini hatırlamıyorum. İhtimal nedir? Yani burada kaderin bir oyununu mu aramak gerekir? Aramadım, kızın yüzüne bile bakmadım, satıcıya gülümsedim ve parayı ödeyip çıktım. Düşünürüm, acaba hayatımın aşkını falan mı ıskaladım? Bilmiyorum, evlenmek üzereydim, o zaman üzerinde durmadım. Şimdi de durmuyorum, sadece böyle şeylerin olduğunu biliyorum. Böyle şeyler oluyor, her gün yaşanıyor, bazen yeni kapılar açıyor, bazen fark edilmiyor bile. Bunların hikâyesi yazılmalı ki Maupassant da tam olarak bunları yazıyor aslında. Bu tür olaylar bir araya geliyor ve öykü oluyor. Günlük. Şaşırtıcı. Olası.

Maupassant'ı ders kitaplarından başka Öç Öyküleri Antolojisi'nde okudum ilk. Muhteşem bir intikam öyküsü var, bu kitapta görünce sevindim. Kendisi 300 küsur öykü, birkaç da roman yazmış. Flaubert'in yanında takılırken Henry James, Zola gibi adamlarla tanışmış, edebiyat çevrelerine girmiş ve delirip hastanede ölene kadar yazmış, durmadan yazmış. Öykülerinde insanlığın uç ve dip noktalarını bulmak mümkün; bir duygunun esiri olup yapılabilecek en son şeye kadar giden insanlar ve yol açtıkları garip durumlar olayların temelini oluşturuyor. Bunun yanında dönemin olayları ve insanları da ilginç. Prusya'yla yapılan savaşlar, Paris'in kaotik eğlencesi, evlilik kurumu, düellolar, iletişimsizlik, insanın her şeye açık doğası işleri iyice karıştırıyor. Üç beş öykü alayım, gerisi okurun ellerinden öper.

Boniface Baba Cinayeti: Yaşamdan soyutlanan insanın her şeyi aşkın bir şekilde yorumlamasıdır bence. Baba yaşlı bir adam ve yaşamın enginliğini ya hiç görmemiş ya da görmekten vazgeçmiş. Postacılık yapıyor, saat dakikliğiyle uğruyor evlere ve tanıdığı birinden beklediği tepkiyi alamayınca, adam kapıyı açmayınca ve içeriden boğuşma sesine benzer sesler duyunca -ki okuduğu gazetedeki cinayet haberi de adamı telaşlandırıyor- doğruca polislere gidiyor. Adamlar eve geliyorlar ve kahkahalarla uzaklaşıp babayı gömüyorlar. İçeride cinsel işler dönüyormuş aslında, babayı kurduğu dünyanın yıkıntıları arasında bırakıyoruz. Nasıl olmaz, nasıl cinayet işlenmez?

Rose: Eve alınan hizmetçi kadın kılığında bir tecavüzcüyse aslında... Polisler adamı yakalayıp götürürken evin hanımının aşağılanmışlık hissetmesi, adamın aylar boyunca kimliğini belli etmemesi büyük bir kedere yol açabilir. Herkes ilgi görmek ister, yoksunluk zamanlarında kimden olursa.

Babasızlık bir izlek olarak ortaya çıkabiliyor. Bir öyküde terk ettiği çocuğunu yıllar sonra gören bir adamın mutsuzluğu var, diğerinde annesiyle babasını yıllar sonra bulup öldüren bir genç adamın cinneti. İyi bir sonla bitmiyor bu öyküler, hepsi trajik.

Görünüm: Aradığım öykü buydu işte. Güzel bir kadın sıradan bir memurla evlenir ve güzelliğini bir şekilde göstermek ister. Adam sosyetenin katıldığı bir partiye davetiye bulur, zorlukla biriktirdiği parayı elbise alsın diye eşine verir. Bir tek mücevher eksiktir, o da bir arkadaştan halledilir ve partiye gidilir. Dönüşte bakarlar ki ödünç alınan kolye yok. Kolyenin benzerini alırlar ama borcunu 10 yol boyunca köle gibi çalışarak ödemek zorundadırlar. Yıllar sonra kadın, kolyenin sahibi olan arkadaşını görür ve çok çalışmaktan erken yaşlandığını, güzelliğini yitirdiğini söyleyip gerçeği olduğu gibi anlatır. Diğeri şok: Kolye sahtedir zaten.

O kadar mala mülke düşkün olup hayatınızı heba etmeyin gibi bir anlam da çıkar.

Mutluluk: Sevdiği adam uğruna ailesinin servetini ve onurunu terk edip bir kuru ekmeğe talim eden kadın. Mutluluk nedir, onun sorgulaması.

Son bir tane. Elveda. Kişi yaşlandığının farkına kendi başına varamayabilir, değişim o kadar yavaştır ki fark edilmez. Ne zaman fark edilir, ilk aşkı obezitenin sınırına gelmiş haliyle, dört çocuğuyla birlikte görünce. Geçen zamanın ölçüsü aşktır, aşkın görünümleridir. Gibi.

İyi, keyifli. Klasik işte, bence okunmalı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder