Önsözde biçim-söylem ilişkisini irdeler Yücel. Belli bir alanda üretilmiş söylemler kişi bazında, bireysel kullanımla ortaya çıktıklarına göre bütün bir alanı kapsayabilir mi veya bütünün bir parçası olabilir mi, öyleyse kastedilenin dışında kalan anlamlar sonsuza dek yok olmaya mahkum mudur, bunları açıklığa kavuşturuyor. Biçim ve içeriğin birbirinden pek de koparılamayacağı görüşünü Lévi-Strauss'tan yaptığı alıntıyla destekliyor ve incelediği söylemler için bir okuma, anlama altyapısı oluşturuyor. Makalelerin bütünlüğüne gelince, bu konuda başarılı bir yapıt ortaya koymadığını düşünüyor çünkü koşutluk var, çizgisellik yok. Birleşme okurun zihnine kalıyor, okurun iyi bir alımlayıcı olması bu bütünlüğü sağlayabiliyor. İyilik sağlık yine Yücel için tabii, okur parçaları birleştirebilir ya da birbirine hiç bulaştırmayabilir. Ben bulaştırdım, makalelerin ortaya koyduğu fikirlerde gösterilen-gösteren dönüşümleri falan, böyle göstergebilimsel meseleler var ve bizim gudik toplumumuza uyarlanmış halde. Anladım ya ben. Yani çok derin meseleler bunlar. Alkış bana. Vallahi anladım ya!
Top Yuvarlaktır: Futbol dünyası. Futbol yazarlarının süslü biçim tutkularının yol açtığı ozanlığı anlatarak başlıyor Yücel. "Messi'nin enfes hareketleri çorak sahada bir gül gibi açtı." Bu ve benzeri cümleleri duyuyoruz, okuyoruz, iş imgeleme ve hayal gücüne dayanıyor. Gol sevinçlerini hatırlayın, şapka çıkarmakla, her yerden öpmekle bürokratik sevinçlerden erotik hazlara doğru yelken açarız. Futbolun dişiliğine de bir göndermedir aslında; futbol kadınsıdır, doksan dakikada her şey olabilir, rastlantısallık zirve yapar ve bu toplumun kadınlara bakışıyla özdeşleşir. Mantığı kes. Neyse, uluslararası maçlarda destanlar yazılır, Rapid Wien'in kapıları geçilir, Manchester United fethedilir ve yıllarca konuşulur bu galibiyetler, Batı'nın karşısında alınmış muazzam zaferlerdir çünkü. Yenilgilerse onurludur ve kısa sürede unutulur, zaten normal şartlar altında pek de bir şansımız yokmuş gibi. Aşağılık kompleksi tavan yapar ve bu kompleksten güç alınır ama topyekün bir kalkınma için değil, sonraki maçlar için. Sanki zaferler daha anlamlı, daha coşkulu olsun diye zayıf kalmamız gerekiyormuş gibi.
Takımlar. Dişliler gibidir takımlar, söylem bu yöndedir. "Barcelona makineyi kurmuş, çatır çatır oynuyor." Kusursuz bir fabrika, üretim hiç durmadan sürüyor. Öylesi bir görev bilinci yaratılmış ki sakat olan bir futbolcunun yerine aynı görevi üstlenecek bir başkası yerleştirilebiliyor, hemen. Bu durumda bireysel yeteneklerin baskılandığı düşünülebilir, bir ölçüde. Neymar'a baktığımda Brezilya ve İspanya günlerinin arasındaki fark muazzam; İspanya'da herif bireysel yeteneğini dişlinin daha iyi dönebilmesi için geliştirmiş, var olanın üstüne koymuş.
Hakem bir karşı-özne niteliğine sahip, teknik direktör takımın komutanı, seyirci aktif bir katılımcı, Avrupa takımları Osmanlı'nın öcünü almak için bir araç, hiçbir şey gerçek kimliğinde değil ve söylemlere göre kimlik kazanıyor.
Mutfak Yazını: Gurmelerin söyledikleri üzerinden söylemek istediklerini açan bir makale bu. Şu yemek mutlaka şurada yenir, şurada yenirken içinde mutlaka bu olmalıdır yoksa bir halta benzemez, şefler yaratıcılıklarının başarılı olup olmaması ölçüsünde parçalanmaya hazırdır, dünya mutfağından Türk mutfağına sonsuz yolculuklardan getirilen deneyimler mutlaka ve mutlaka paylaşılır, şefler kıyaslanır, malzemeler kıyaslanır, mekanlar kıyaslanır ki bir mekan salaşsa Yunan restoranlarını anımsatabilir veya kireç tutmuş duvarlara sahip bir restoran, İstanbul'un göbeğinde Akdeniz havası yaratabilir. Önemli şeyler bunlar. Garsonlar menüyü geç getirir ve seçme edimini engeller, öznenin yoluna taş konmuştur. Sadece restoranda yaşanır, restoran hayattır ve herkes restoranda o yemekten yemelidir. O yemekten yemeyen neden yaşar ki? Neden Nusr-et'in restoranında yemek yemiyorsunuz, yaşamak istemiyor musunuz yoksa? Siz de güzel yemek alışkanlığına sahip olabilirsiniz ve damak tadınıza uygun lezzetleri sürekli tadabilirsiniz, şefin getirdiği bir yeniliğin yemeğin tadını bozup bozmaması bir özne olarak sizin çıkmazınız haline gelebilir. Şu alıntıyı yapayım ki Yücel'in Türkçesine de bir bakın: "Onurlandırıcı deney, tüketici öznenin bilisel ve kılgısal üstünlüğünün tanınması olarak belirir: izlence hep onun utkusuyla sonuçlanır." (s. 97) İlk okuduğumda bana selam verildiğini sandım, eheh. Yok yok, anladım mevzuyu.
Özgür Kadınlar: Kadın dergilerinin yarattığı algıya bir temiz giydirilir.
"Siz de patronunuzla yatmak mı istiyorsunuz, öyleyse şöyle şöyle yapın."
"Demek size bakmıyor, sizinle ilgilenmiyor veya gözünüzün akını göremeyeceği bir şekilde uzaklaşmanızı istiyor?! Gelin ağzına birlikte sıçalım da sizinle sevişsin, şu maddeleri uygulayın."
"Yani şimdi özgürsünüz, istediğinizi yapabilirsiniz. Kocanız artık umrunuzda değil, nasıl bir hayat istediğini zerre sallamıyorsunuz, o zaman yeni maceralara yelken açtığınızda bunu neden kocanıza söyleyesiniz, ne lüzum var evin rahatlığını bozmaya? Hayat sizin hayatınız, kocanız da bu arada bok yiyebilir."
Tam olarak bu da değil aslında, duyarsızlaşan insan eleştirilir ve bu dergilerin ürettiği de duyarsız insanlardır der Yücel. Siyasal görüşünüz olmasın, ekonomik sorununuz olmasın, dümdüz bir insan olun ve hayatın tadını çıkartın. Tabii ya! Bilginin güç olduğunu söyleyenler halt etmiş, cinsellikte bilgiye ihtiyaç yok, herhangi bir görüşe de. Doğanıza dönün kardeşim, çiftleşin. Neden, çünkü bu baskıcı topluma karşı bir sözümüz olmalı ve sözümüz bu. Erkeklerin özneliğine hayır, nesnedir onlar, kullanılırlar ve geçip giderler. Her şey geçip gider. Her şey akışkandır, suya düşmüş yaprak gibi sürükleniriz.
Tamam o zaman.
Yeni elbiseler, makyaj malzemeleri tamam. Ayakkabılar da yeni ama daha da yenisi alınmalı. Glamorama'da Bret Easton Ellis ne diyordu, daha iyi görünürsen daha iyi görürsün. Daha iyi tüketirsen, daha iyi bir sosyal ağa sahip olursan daha iyi göreceksin. Güruha ayak uydurursan güruh seni kabul edecektir, yoksa bir hiçsin. Aslında bu kadın prototipinin erkek versiyonu var romanda, evet, şöyle bir göz gezdireyim tekrar. Yani çok erkek hiç erkek mi, çok kadın hiç kadın mı, bir anlamda onun tartışması. Ve tabii tüketim toplumunun. Ve dahi derinliksiz yaşamın.
Günümüzün rezil aşk şarkıları ve Prenses Diana'nın ölümünden sonra basınımızda yer alan çok değerli(!) yorumlar da diğer makaleler. Bir de en sonda Boratav'ın derlediği bir halk hikâyesinin göstergebilimsel açımı var, mevzuya aşina olmak isteyenler için birebir.
Kitap iyi, dili biraz zorlayabilir. Terminolojik bir Türkçe var ve kavramları araştırırsanız o iş de tamamdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder