Metne ön sözü bir karakter yazdı, demek ki okurun elinde tuttuğu kitap anlatının içinde yazıldı. Bitmedi de; Miguel Unamuno, ön sözü yazan Victor'u söylenmemesi gerekenleri söylediği, her şeyi açığa çıkardığı için Augusto gibi öldürmekle tehdit edebiliyorsa, noktanın orta yerine bir çatışma bırakılıp sonun kimliği değiştiriliyorsa kendini çoğaltan sonsuz bir metin haline gelir Sis. İç içe geçmiş kurgu-gerçek inancının belirsizliğinde her şey sisten ibaret. Ön sözde yer alan bir bölümde ad konan her şeyin bütünü kapsamadığı, antik felsefe kaynaklı tasnifçiliğin sadece isimlendirmeden ibaret olduğu ve yazarın belirsizlikleri ortaya çıkarmak için bütün bu kavramları birbirine karıştırıp bir harman yaptığı söyleniyor. Bu noktada çok sevdiğim bir paragrafı tekrar alıntılayacağım: "Birtakım adamlar dünyadaki en makul, en doğal işmişçesine oturdukları masadan gördükleri kadarıyla dünyayı (uydurulmuş) kavram şablonlarının içine tıkıştırmakla meşgul." Hira Doğrul'un Alışılmadık Sesler'inden. Bu bağlamda sise bakarsak sis, adına muhteşem bir tepik atarak her şeyi kapsar, kapsadığı ölçüde eritir ve hiçi doğurur. Hiç. Yaşamın kendisi. Olasılıklar denizi ayın hiç doğmadığı bir dünyada görülmeyecek bir şekilde dalgalanır. Sezgisel bir yokluktur, melankolidir. Sis'in doğası da melankoliktir, her şeyden hiçbir şeye ulaşmanın yolculuğudur.
Behçet Necatigil çevirisini okudum, Bilgi'den çıkanı. Öyle güzel bir Türkçeydi ki uzun zamandır bir çeviriden böylesi keyif almamıştım.
Yazıldığı zamana bakarak devrim niteliğinde bir kitap olduğu söylenebilir. Kitapta Don Quijote muhabbeti sıklıkla edilir ki edilmelidir; soylu şövalye ve yancısının gerçekten yaşayıp yaşamadıkları, yazarı yaratıp yaratmadıkları sorgulanır ki sorgulanmalıdır. Yazarın metni yaratması gibi metin de yazarı yaratır, kurguyla gerçek tek bir kelimeye sıkıştırılabilir, sıkıştırılmıştır, Yunan biraderler zamanında böyle bir kelime üretmişlerdir garanti. Kelimeye haiz olmak, son durak bu gibi gözüküyor. Sözü bilmek. Şüphe duya duya emin olmak. "'Hayır, sanatın asıl kurtarıcı tarafı, bizi varlığımızdan şüpheye düşürmesidir.'" (s. 228) Çoğa doğru insan varlığını yadsımaya başlıyor ve üzerine onlarca şeyin yapıştığı bir pamuk şekere dönüyor. Başta tek bir tattı, sonrasında her şeyden biraz aldı ve hiçe döndü.
Ontoloji hakkında kafa patlatan sayısız filozofun söyledikleri elbet mühim ama Unamuno gibi şüpheye düşüreni, yokluğa uzunca bir süre maruz bırakanı var mıdır, bilemiyorum. Ben bu meseleye çok ince yaklaşıyorum ve ne söylenmişse sünger gibi emip kendimi kurmaya çalışıyorum. Pirandello, Auster, Söğüt ve nicesi anlatılan hikâyenin gerçeğin pek doğasından içeri girip kök salarak kurulan dünyayı biçimlendirmesini anlatır, tersi de mümkündür. İkilik midir bu, eskiden öyle olduğunu düşünürdüm ama artık düşünmüyorum çünkü yeterince şüphelendim, kuşkuya düştüm ve artık bilmiyorum, hiçbir şey bilmiyorum, bildiğim hiçbir şeyden emin olamıyorum ve bu da beni bilmemeye götürüyor. Bir yandan kendimizi doldurmaya çalışırken öbür yandan boşaltmaya çalışır hale geliyoruz. Seçiciliğimiz, kesinliğimiz kayboluyor. Kalecinin penaltı anındaki endişesini kitaptan bağımsız olarak hatırlıyorum. Ne yöne? Augusto'ya bağlayayım direkt, kahramanımıza. Sokağa çıkar çıkmaz ne yöne gideceğini bilemez ve düşünür: "Köpek ne yana giderse ben de o tarafa giderim." (s. 26) Haah! O eski ikilem; davranışlarımızı belirleyen nedir? Asıl mesele bu değil ama bununla ilgili daha yakın zamanda yazılan onca kitabı öncelediği için Unamuno'ya ve benzeri yazarlara sonsuz saygı, onlardan önce gelenlere de elbet.
Anlatılacak çok şey var ama kıra döke gideceğim. Metnin yarısından çoğu sosyal yaşam katmanı üzerinde biçimleniyor. Otuzlarına gelen Augusto annesini kaybettikten sonra tek başına kalıyor ve ölüm döşeğindeki annesinin telkin ettiği gibi hayatının kadınını arıyor. Don Kişot'un yolculuğuna benzetebiliriz bu dönemi; uydurmaca sevdalar, aşk ve aşık olma fikri arasında yolculuklar, evlilik ve beneri pek çok mevzu tersi ve yüzüyle birlikte inceleniyor. Tesadüflerle belirlenen bir seyirde Eugenia, Rosario, Mauricio ve Augusto arasındaki hadiseler, insanların kendi anlamlarını yaratıp onlara inanması veya bu yolla kandırılmaları üzerinden yürüyor. Sis metaforu her zaman akılda kalmalı; davranışların bilinmeze açılması birçok anlamı içermelerinden doğuyor.
Sonda Unamuno giriyor devreye ve Augusto'yla Unamuno arasındaki diyalog, yukarıda anlattığım her şeyi kapsıyor. Yaratılan yaşar ama öldürülen bir daha diriltilemez. Yasalar kesindir, bilinmeyenler de bu yasalar tabidir. Gerisinde yazar karakterini öldürebilir ama bu yolla kendini de öldürmüş olabilir. Yarattığınız yaşamdan sorumlusunuz gibi bir şey ve yaşadığı ölçüde yaşarsınız. Stranger than Fiction'ın bir adım ötesi; yaratıcının hayatı da tehlikede olabilir.
Müthiş, mutlaka okunmalı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder