Diyaloglarda karakterlerin her çeşit duygusunu sezersiniz, mimikler bile canlanır, öylesine kurgusuzdur. Masalların sızdığı çatlaklar psikolojik olabilir, karakterlerin değişimi oldukça belirgindir, Byatt zaman atlayışlarını geniş tutmaz, günlük yaşamın detaylarında olup biteni gösterir. Fiziksel değişimler de vardır; bir sabah kendinizi kuş vs. olarak bulmaz karakter de yavaş yavaş taşa dönüşüyor olabilir. Mevzu yine psikoloji tabanlıdır, önemli bir kayıptan sonra ben de taşa dönüşmüştüm ve denizde sektirdiler beni. Daha da iyisi, bir noktadan sonra her şey o kadar normal gelir ki en uç noktada gerçekleşen olayları bile mantığa bürümeye çalışırsınız, gerçeğin ihtimalleri de önünüze serilir o zaman, anlam katmanları arasında bir manzarayı yirmi noktadan izler gibi olursunuz. Ne güzel! İskandinav mitolojisi, pagan inanışlar ve dini safsatalar güzel bir karışım çıkarır ortaya; insanlar ihtiyaç duydukları için mitleri yarattılar ve onlardan kurtulamadılar, bağ çok derindeydi. Bu bağın, kurmacaya sığınmanın gerçeklik üzerindeki etkisini izleriz ama mit şart değil, kurmacanın kendisi de başlı başına bir konu olarak öykülerden birinde belirir.
Ormandaki Şey: Hemen hemen tüm öykülerdeki, öykülerin karakterlerindeki travmatik kalıntıların varlığı düşündürmeli. Çatlaklar aslında bu kalıntılardır diyemiyorum ama önemli bir etken olduklarını sanıyorum. Bilinmeyene çıkılan yolculuğun veya kasıtlı olarak karanlıkta bırakılan zeminin doğurduğu boşluk da bir diğer etken. Metafor olarak -yaşam- ve gerçek anlamıyla yolculuk, zemin.
Masal gibi başlar zaten, bir zamanlar iki küçük kız varmış ve iyi arkadaş olmuşlar. Londra'nın bombalandığı sıralarda ailelerinin trene bindirip kırsala yolladığı kızlar, yolda istasyonların isimlerinin siyaha boyandığını görmüşler, böylece Almanlar oralara kadar ilerleyebilirlerse nerede olduklarını bilemeyeceklermiş ve kızların yaşayacakları doğaüstü olaylar bilince ve bilincin altına daha iyi nüfuz edebilecekmiş. Hansel ile Gretel, ekmek parçaları, istasyonlar.
Kaldıkları çiftliğin yanındaki ormana gitmişler, peşlerine takılmak isteyen Alys adlı küçük kızdan kaçıp ağaçların arasına dalmışlar ve sessizliğin içinde önce sesi duymuşlar, sonra çürümüşlüğün kokusu sarmış etrafı. Şey'i o sırada görmüşler. Azap çeken yüzler, vücut parçaları ve solucan bedeni. Ağır ağır hareket eden, doğaya bir hakaret olduğu düşünülebilecek varlık. Döndüklerinde bir daha konuşmamışlar ve ertesi gün koruyucu ailelerin yanına yollanmışlar. Primrose ve Penny, şahit oldukları olayın yaşamlarını biçimlendirmesine izin vermiş. Zayıf olan şişmanlamış, şişman olan zayıflamış, akıllı olan gelişim psikolojisi okumuş ve bilimin analitik düşünce yapısını doğaüstüne perde olarak örtmüş, diğeri masalcı abla olup gerçeği hikâyelere dönüştürmüş. Herkes farklı şekilde mücadele eder, o hesap.
Yıllar sonra çiftliğe döndüklerinde karşılaşmışlar, birbirlerini gözlerinden tanımışlar. Müzeye dönüştürülen çiftlik evinde sergilenen eski bir kitaba bakıyorlarmış, kitapta canavar avlayan bir aziz varmış, Saint George veya Bellerophon olabilir, kim bilir? Şey biçim kazanmış böylece, bir türlü oluşmayan imgesi amorfluktan kurtulmuş, buna karşılık ormana giden kadınların karşısına çıkmamış, rasyonalize edildiği ölçüde yok olduğunu düşünüyorum. Kadınlar geri dönmüşler, yaşamlarına devam etmişler ama biri Şey'le yüzleşmeden yapamayacağını düşünmüş, gerçeğin hayal/kurgu kısmını yıkmak istemiş ve ormana dönmüş. Şey o zaman ortaya çıkmış, tamamen inanıldığı zaman, formlardan kurtulduğu zaman. Diğeri de hikâye anlatmaya devam etmiş, iki küçük kızın hikâyesini.
Kurgunun ve gerçeğin doğasını süper irdeleyen bir öykü. İnanca, düşünceye ve algıya göre kurulan bir dünyanın hikâyesi.
Beden Sanatı: Damian Becket ağır katolik, beş yıldır ayrı olduğu eşiyle hâlâ evli olduğunu düşünüyor ve jinekolog olarak çalıştığı hastanede sanat sepet öğrencisi Daisy'yle tanışıyor. Kız gönüllü olarak hastaneyi süslüyor, yeni doğum bölümü onun sayesinde çiçek gibi oluyor. Hissetme özürlü Becket da kendine pek çaktırmasa da çiçek gibi oluyor, orada burada kalan kıza iş veriyor ve kızı evine alıyor. Sevişiyorlar derken Daisy hamile kalıyor ve bebeği istemiyor, Damian istiyor. Aralarındaki çatışma çok büyük, olaylara şahit olan Martha ister istemez arabulucu rolüne soyunur ve bebek doğar doğmaz anneyle babanın saf sevgi karşısında bocalamalarını, ani mutluluklarını görüp düşünüyor. Bu durumdan çıkmak hiçbir şekilde memnunluk vermeyecek. O anın dışına çıkılması büyük üzüntü.
Şu; ilişkilerin doğallığı o kadar belirgindir ki Damian ve Martha'nın başlaması yüksek ihtimal olan ilişkileri, Daisy'nin mevzuya girmesiyle daha doğmadan ölür ve bu doğrudan anlatılmaz. Diyaloglardaki kelimeler ve ses tonu, Martha'nın kırgınlığını ve Damian'ın umursamazlığını şahane aktarır.
Asıl mevzuyu anlatmadım, Daisy'nin sanatı. Daisy, hastaneden çaldığı eşyalarla -kadavra parçaları, ufak tefek tıbbi gereçler- hastanenin bağlı olduğu sanat topluluğunun galerisinde eserini sergiliyor. Frankenstein sanatını ortaya koyuyor ve eseri çok ses getiriyor, Damian içinse kabul edilemez bir şey bu. Bebeği düşündüğümüzde iş karışıyor; Damian sanatını konuşturuyor ve inancı veya inancından geriye kalan parçaların zorlaması gereği bebeği istiyor. Daisy ve Damian arasında pek fark yok bu durumda; ikisi de kendilerine ait olmayan varlıklardan kendi yaratılarını oluşturuyorlar. İçinden çıkılmaz bir durum.
İki öykü yeter, gerisi ellerinizden öper. Byatt iyi, kuşlar pekiyi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder