Teknolojiye giydirerek başlıyor yazar, CD'lerin Xavier de Maistre'in odasından daha büyük mekanlar yarattığını ama yürünen yerin hiç değişmediğini söylüyor. Solnit de benzer bir şeyden yakınıyordu; yürüme imitasyonları yürümenin yerini aldı. Manzara değişmedikten, daha da önemlisi insan değişmedikten sonra hiçbir önemi yok koşu bantlarının, monitörlerin ve benzer birçok ıvır zıvırın. Breton için yürüyüşün yeni insanlara, yeni zamanlara kapı aralaması mühim ve kitap da bu fikir üzerinden yürüyor. Tam bir övgü kitabı, yürüyüşün potansiyellerini birçok açıdan ele alıyor.
Kazancakis ve Rousseau, yürümenin güzelliklerini ve yittiği zaman hissettikleri sıkıntıyı anlatırlarken amacın çürüttüğü saflığa da değiniyorlar. Rousseau için bir istikamet, rota olmadığı sürece yürümek güzel ama ne zaman aklını ele geçiren düşüncelerin baskısını, elindeki bavulun ağırlığını hissetse yürüyüşü değil, varacağı yeri düşünürmüş. Bir yere varma düşüncesinin pek kısır olduğunu düşünürüm, aslında doğurgandır ama yeni hedeflerden, yeni amaçlardan başka bir şey doğurduğunu sanmam, bu da ruhun özgürlüğünü baltalar. Belki yorulduğumuzda düşünürüz sonu ya da biraz dinlenir ve bilinmeyene doğru yürümeye devam ederiz. Gidilen yön değildir, gidilen kişidir bilinmeyen. Hemen her gün yaptığım yürüyüşlerde geçeceğim yerleri bilirim; Küçükyalı, İdealtepe, Adatepe, Maltepe, Dragos diye gider ama yolculuk sırasında kime dönüşeceğimi, kimle karşılaşacağımı bilemem.
Kazancakis, öylece yürümekten daha büyük bir mutluluk olmadığını söyler. Yaş yirmilerde veya otuzlarda veya kırklarda, sevilenler arkada kalmış, büyük bir coşkuyla yürüyorsunuz. Cendrars'ın şu her şeyi geride bırakıp gitmekle ilgili sözlerini hatırlıyorum: Çocuğunu, eşini, anneni, evini, kentini bırak, git. Sevgiye bağımlı olmak gitmeyi engeller ama yürümeye ses çıkarmaz sanıyorum.
İlk adım. Yürümeyi yolculuğa bağlıyorum ister istemez çünkü ikisinin de benzer sıkıntıları -sıkıntısız bir güzel bilmiyorum- taşıdığını düşünüyorum. Sabaha karşı yola çıkılacaksa eğer veya ertesi gün, o son gecenin sıkıntısını yaşadınız mı? Mutlaka yaşamışsınızdır, ben de iki kez yaşadım. Biri Zonguldak'a atandığım zaman. Hiç bilmediğim bir şehir ve sokaklarında tek başıma yürüyorum. Yalnızlığın üstesinden gelip gelemeyeceğimi bilmiyorum ama yalnızım ve yapacak daha iyi bir şeyim olmadığı için sabahın beşinde tek başıma yürüdüm, başka hiçbir şey yapmadım. Diğeri askerlik, anlatacak bir şey yok. İlk adımları attım ve biliyorum ki daha pek çok ilk adım var, herkes için.
Fazlalıklar atılır, gerekirse çanta bırakılır ve yürünür. Bir nevi arınma. Kiniklerle alakalı güzel bir hikâye var, kim olduğunu hatırlamıyorum ama bir su kasesi taşıyormuş adam yanında, çeşme başında avucuyla su içen bir çocuğu görünce atmış da kurtulmuş kasesinden. Eh, ağırlığı olunca zincirliymiş gibi hissediyor insan, o yüzden bisiklete binmeyi çok sevmeme rağmen tercihim yürüyüşten yana. Neyse, eşyalar maddi dünyanın yüzüdür, kaybetme korkusu uyandırıp ağırlığa yol açar falan, iyi değildir yani.
Pek çok açıdan incelenir mevzu; tanrılarla yürümekten tek başına yürümeye, ormanlardan sokaklara, filozoflardan şairlere yürümenin bin yüzünü görürsünüz. Çok iyidir bu kitap, yürümeyi seviyorsanız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder