Bunu Bernhard yazmış derdim. Üstelik mevzu Viyana'da dönüyor. Bernhard Yourcenar'dan ne ölçüde etkilenmiş olabilir? İki olasılığı birden kullanıyorum; etkilenmiş olabilmesi bir şey, ölçüsü başka bir şey.
Önsözü atladım, romanı bitirdim ve Alexis'in homoseksüel olduğunu öğrenmemle başa dönmeye karar verdim, bu gece ikinciye okurum. Ne yalan söyleyeyim, öyle olduğunu anlamadım. Belki latent mevzusu vardır, kendisi de farkında değildir diyeceğim ama okuduğumuz şey uzunca bir mektuptan ibarettir ve acı çektirilen bir kadına yazılmıştır, özre yakın bir duyguyla. Açık olunur diye düşünüyorum, okur olarak. Kaçırdığım çok şey oldu sanırım, anlatıda zaman akışını aforizmik cümleleriyle genişleten Alexis'in bu konuda söylediği bir şeyler varsa da ıskaladım, arada yitti, sevgisizliği ve sonradan "korkaklık" dediği tedirginliği üzerine kurmak zorunda kaldığı mutsuz bir yaşamı izledim sadece. Aynada kendine baktığı sahneyi hatırlıyorum şimdi de, her şey yerine oturuyor. Sadece bedenden ibaret olmayı, ruhtan kurtulmayı istediği bölümü düşünüyorum da... Belki de cinsiyet problemlerinden ibaretti, bunaltılarından kurtulmak için öldürmek istemiyordu ruhunu. Kısaca böyle bir durum var, kitabı öneren Sezin -eşim- sonlara doğru köfteyi çaktığını söyledi ve ben bir halt anlamadığım için, tamamen başka bir yöne bakıp asıl detayı kaçırdığım için benimle dalga geçti. Olur öyle şeyler, pek bir şeyden anlamadığımı baştan kabul ettiğim için dert etmedim. Bunu da nereden çözdüm, önsözde Yourcenar dile getirilemeyen cinsel yönelimden bahsediyor. Bu tamam ama asıl olay internette bulduğum bir röportajında. Açık açık söylüyor zaten.
İşin teknik boyutuna dokunacağım biraz. Gide'in metinlerinden biçimsel olarak faydalandığını söylüyor Yourcenar, klasik anlatı biçimini kullanma konusunda cesaret kazanmış ve metni yazabilmiş, aksi takdirde eskimiş bir biçimi kullanmanın mümkün olamayacağını düşünme tehlikesine karşı savunmasız kalacağını söylüyor. Bu açıdan yenilikçi; her şeye hakim olan anlatıcının içinde bulunduğu çağı genel geçer doğrularla kurguladığı klasik anlatıları alıp o zamanlar acayip tartışmalı, günümüzde bile maalesef tartışmalı bir konuyla birleştirmesi ilginç gözüküyor. Metin 1929 yılında basılmış, o zamanlar Hemingway, Woolf, Kafka, Bulgakov, Svevo gibi yazarlar fırtına gibi esiyor ama Yourcenar'nın o taraklarda bezi yok pek; babasının etkisinde yetişmiş, moda değerlere -modern değerler, biçemler, ne olursa- mesafeli durmuş ve Antik Yunan'la daha haşır neşir olmuş. Bildiği yoldan gidiyor ama benzerleri gibi tuğla kalınlığında bir metin yazmıyor. Bir mektup demiştim, o kadar, o da yeterli.
İkincisi, anlatıcı Alexis. Hangi noktada kendisine güvenip nerede güvenmeyi bırakacağımı bilemediğimden hep ihtiyatla takip ettim kendisini. Yazmaktan pek hoşlanmadığını söyler, iyi yazar. Olabilir. Cahil olduğundan bahseder ama daha başta çeviri ve metinle alakalı okkalı bir söz söyler, ardından kitap okumaktan nefret ettiğini ve okumadığını belirtir ve sonlara doğru çok okuduğundan, kitapların insanlara hiçbir şey kazandırmadığından, kazandırması için doğru anın ve duygunun yakalanması gerektiğinden bahseder. Cahillik burada mühim, mektubu yazdığı eşi Monique -bunu da metnin başında, laf arasında öğreniriz- de bu durumu bilir, o zaman Alexis'in arka arkaya dizdiği aforizmalara ne demek gerekir? Sezgiyle edinilmiş yaşam bilgisi? Kendini ifade ederken bencilliğinden, mutsuzluğundan ve sevgisizliğinden aldığı enerji? O kadar da cahil olmadığını göstermek için ayrılık mektubunda bütün hünerlerini dökmesi? Bir itiraf bu; kendini yitirmenin ve yeniden bulmanın itirafı. Yitirten ve bulduran aynı kişi, Alexis'in yaşamında etkisiz eleman haline gelmeden önce uzunca bir yolculuğun en önemli durağıydı.
Çocukluğundan başlıyor Alexis, ablalarından ve korktuğu abilerinden. Annesi oğlunu sever, ablalar da bu küçük kardeşi severler ama evde sevginin gösterileceği mutluluk ortamı yoktur. Fakir bir aile, sessizlikle kurulu odalar ve Alexis'in daha o zaman anladığı dil, sessizliğin dili. Müzikle olan ilişkisini de bu sessizlik üzerine kurar, notalarla esler arasında dengeli, mantıklı bir ikililik oluşturur. Sessizlik içle -kendisi, ailesi- kurulan bağlantıyı simgeler, müzik de bir ölçüde bu simgeyi yansıtır ama dış dünyanın varlığını da imler. "Görüyorsunuz ya, sadece bir icracıyım, aktarmakla yetiniyorum. Ne var ki, aktardığımız sadece kendi huzursuzluğumuzdur: insan daima kendinden söz eder." (s. 22) Kapalı bir ruh; dıştakileri bile kapayacak ölçüde kendine dönük. Ezilmeye seve seve razı olduğunu söyler, mutsuzluğu arar gibidir. Yatılı okula gittiği zaman diğerlerinin bayat sohbetlerinden ölümüne sıkılır, hasta olur ve eve dönmek ister. Annesi gelip Alexis'i alır ve mutsuzluktan daha az mutsuzluğa -buna mutluluk diyor Alexis- geçişte kendini masaya yatırıp inceler. Ahlaki kusursuzluk ihtiyacı doğunca arzu başka bir niteliğe oturtulur ve hemen her şeye yayılır, kendi kimliğini kaybeder. Bir nevi bastırmadır bu, ne zaman ortaya çıkacağı belli olmaz ama kişi bastırdığı şeyi bilir, bastırılmadan önce sevimli bir hayvanken aslana dönüşen arzunun kan revan içinde bıraktığı ruh buna erdem diye sarılacaktır, ta ki kurtulmak isteyene kadar. Sınır, geçilene kadar ahlak olarak görülür, geçildikten sonraysa engel. Belki bu bölümler... Düşününce bir şeyler söylüyor aslında.
Korkudur bu, Alexis içinde yüzdüğü gri, bulanık denizin adını bir türlü bilemediği için yıllar boyunca ne duyumsadığını bilmeden yaşar ve bildiği an hastalığını da çözümler. Ölmek ister ama kendi olma isteği ağır basar, kurtulur.
"Hayatım boyunca, müzik ve yalnızlık bende müsekkin etkisi yaptı." (s. 36) Soylu akrabasının yanına giden Alexis, annesinin ölümünden sonra Viyana'da müzikle uğraşmaya başlar ve prensesin koruyuculuğunda Monique'le tanışır. Tanışmaları, evlenmeleri ve ilişkileri son derece edilgendir, Alexis kurtulduğu çarklara tekrar girmeye çalışır ve önce yalnızlığından, sonra müziğinden olur. Tekrar hasta olacaktır ve bu sefer Monique'i de yanına çeker; birlikte mutsuz olurlar. Çocukları olduğunda Alexis'te herhangi bir babalık duygusu uyanmaz, uyanmadığı gibi Monique'i terk eder. Bu mektupla. Finale doğru bilgelik rolünün kusurlarıyla -yazarın kusuru gibi görmek istemediğim için böyle diyorum- karşılaşırız; olayların arasına sıkıştırılmış yorumlar, psikolojik çözümlemeler artar, yoğunlaşır ve şöyle bir hale gelir: "Bir şeyim olduğunu yine de fark etti. Karanlıkken öngörülü oluruz, çünkü gözlerimiz bizi aldatmaz. Elimle yoklayarak yanına oturdum." (s. 46) Neden araya o cümle sokuşturulmuştur, öncesindeki ve sonrasındaki cümle(ler) önemli bir olayın çatısını kurmak için onca özenliyken? Anlatıcı ya kendi parodisini yapmaktadır ya da aşırı yorumluyorum, bilmiyorum ama nihayetinde muhatap olan Monique'i pek de umursamadığını sezdirmek ister, mektubu kendine yazıyormuş gibidir. Taklitçiler'de Naipaul iki karakteri mektuplaştırır, herifler mektupların basılacağından emindir, şekilli ve artistik bir şekilde yazarlar ve içtenlik kaybolur. Burada da içtenliğin daha da içtenlik yoluyla kaybolduğunu görebiliriz; mektup bir otobiyografiye dönüşecekken asıl niyet açıklanmış olur, Alexis de arazi olur.
Muhteşem, çağla mücadele pek zor olduğu için mücadele de beyhude oluyor haliyle. Homoseksüellik mevzusu unutulmamak üzere okunması yönünde muz yiyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder