Melville'in yazmasını sağlamıştır, Hawthorne'un bize bu kıyağı yeter. Onun dışında öyküleri hayal gücü tetikleyicidir, Borges'e göre Kafka'yı müjdeleyenlerden biridir Hawthorne. Poe tarafından alegorinin savunulamaz kolaycılığına kaçmıştır ama Poe gibi yakıp yıkan bir eleştirmenden sağ çıkmayı başarmıştır, kötü öykülerinin yanında iyilerinin çok olması kurtarmıştır onu sanırım, Borges'ten yola çıkarak. Gölge, su ve ayna imgesini kullanarak gönüller yapmış, yüzeye bırakılan izlerin adını koymuş, öykülerini yazmıştır. Kendince. Yansıma alegorisi diye bir terim uydurabilirim; şeyler kendi dünyalarından bizimkine farklı biçimlerde dokunurlar ve Hawthorne onları görür, insanların ve nesnelerin farklı nelikleri ve ne yapabilecekleri üzerinden yürür.
Salem'de büyümüştür, dedelerinden biri cadı yakan yargıçlardandır. Kendisi de o coğrafyanın ata sporu olan püritenlikten nasibini alır, çıplak heykellerin yapılmasına karşı çıkar. Kendi dünyasında büyümüştür, babasının ölümünden sonra annesi üç çocuğunu eve kapatır, kendini de. Sevdiklerini ölümden bu şekilde koruyabileceğini düşünmüştür belki. Hawthorne öykülerini bu izole ortamda yazar, arkadaşlarına yazdığı mektuplarda kendini bir hücreye kapattığını, anahtarı bulamadığını ve bulsa da herhalde çıkamayacağını, dışarının kendisine korku verdiğini söyler. Sonradan o memleket senin, bu memleket benim diye gezenti olup çıkmıştır, normaldir. Eseceği yeri bilmeyen rüzgar...
Wakefield: Kafka'yı önceleyen budur. Anlatıcı/inandırıcı eski bir gazetede okuduğu bir öyküden bahseder, bahsetmese inandırıcı olamayacaktır. Hikâye gerçekten gazetede yer almış olabilir, bilemiyoruz, zaten özdeşim kurmayı bu bilinmezin tam kalbinde bulabiliyoruz. Neyse, Londra'da yaşayan evli bir çift var, adam birkaç günlüğüne bir yere gideceğini söyleyip gidiyor, yüzünde bir gülümseme. Yirmi yıl boyunca hemen yandaki, tuttuğu evde yaşıyor ve eşini gözlüyor. Dönüyor sonra, hiçbir şey olmamış gibi.
İnandırıcılıktan anlatıcılığa geçiş bu noktada oluyor, anlatıcı Mr. Wakefield'ı kuruyor. Hayal gücü gelişmemiş bir adam, yoldan çıkmış düşünceleri yok, karısına göre durgun bir bencilliği var, kurnazlığı uyuyor, uslu uslu yaşıyor. Tanımsız. Her şeyi yapabilir ve hiçbir şey yapamaz, yüzeyin altındaki akıştan haber yok. Sonuçta adam gidiyor, karısını gözlüyor, kılık değiştirip karşısına çıkıyor, binbir türlü iş. Arada yapay mesafelerle ilgili güzel şeylere denk geliyoruz. "Seni sevenlerle aranda böyle uçurumlar yaratmak çok tehlikelidir; nice uzun ve geniş olmaları bir yana çabucak kapanıp unutuluverirler de." (s. 16) Bu, sınırları sezilmemiş, az da olsa tanımlanmamış sevgiler için geçerli olsa gerek. Zaten adam da kendi sınırlarını yitirir, herkes olabileceğini keşfeder keşfetmez dünyadan tamamen kopar, sorumlulukları, düşünceleri ve ruhu kaybolur, yitip gitmeye yakın aniden evine döner çünkü biri olmak ister. Anlatıcı, gündeliğin getirdiği ağırlıktan kurtulmanın anlık olduğunu ve toplumdan tamamen dışlanmaya varabileceğini söyleyerek öyküyü bitirir. Küçük ilişkilerin giderek daha büyük bir sosyal yapı oluşturmasının sebebi, bireyleri her gün kontrol edecek bir sisteme ihtiyaç duyulmasıdır, kendi hapishanemizden, odamızdan, yakınlarımızdan kurtulabiliriz ama o zaman da gözlemlenmenin "kötü ama emin" duygusundan uzak kalacağız ve doğduğumuzdan itibaren bu sisteme uyum sağlayacak biçimde yontulduğumuz için köşelerimiz özgürlüğe denk gelmeyecek, grotesk bir saçmalığın orta yerinde uyumsuz bir manzara oluşturacağız.
Sanıyorum bir ölçü ondan, bir ölçü bundan iyidir.
Büyük Taş Yüz: Büyük Taş Yüz, kasabadan görüldüğü kadarıyla gerçekten de büyük ve manası çok derin. Bolluk ve bereket bu çizgileri belli, soylu bir sıfata sahip, sevecen yüzün eseri. Bu yüzü sevmeyen yok, tam yanaklarından öpülesi, makas alınası bir yüz. Ernest de tatlı bir çocuk, annesinden dinlediği kehanete göre, Kızılderililerin söylediğine de göre, hatta bana da göre, şu uçan kuşa da göre bir çocuk gelecekmiş, büyüdüğünde yüzü Büyük Taş Yüz'e benzeyecekmiş, her şey çayır çimen olacakmış. Ernest bu olayı görebilmek ister ve gerçekten çok saf, iyi ve gözlerinden öpülesi bir kardeşimiz olduğu için görebilir de. Soylu yüze soylu çocuk. Aslında sonu belli de üç beş alegorik dayı çıkacak ortaya, onlara bakalım. Biri zengindir, biri savaşçıdır, biri bilgindir ama halkın inancının aksine hiçbiri Büyük Taş Yüz'ün hatlarını taşımaz. Anlatıcı araya Washington'ı falan da sıkıştırır ki inanalım. Tamam tamam, inandık, he he... Sonra ozanla karşılaşır, ozanların yaşamın sırlarını sezme gibi bir olayları vardır, bilirsiniz, biraz mistik, büyülü olurlar. Akışı görürler, yaprağın düşeceği yeri bilirler, her neyse, bu ozan arkadaş Ernest'e düşlerini yitirmemesini, düşlerini yitirmiş bir adam olarak Büyük Taş Yüz'e asla benzemediğini ve benzemeyeceğini söyler. Belki o an aydınlanmıştır Ernest, başkasının değil de kendisinin Büyük Taş Yüz olabileceğini düşlerini yitirmediğini düşündüğü zaman fark eder.
Ateşe Verilen Dünya: Ünlü şairin eşya konulan masasının tersidir, her şey ateşe atılır, her şey arınır ve dünya yeniden kurulabilecek hale gelir. Dinler dahi yanar, kutsal kitapların alevleri göklere yükselir, para ortadan kalkınca yoksullar sevinir, yoksullar yanınca zenginler sevinir, entelijansiyadan itiraz çığlıkları yükselir, anarşistler bayram yapar, acı çekmek istemeyenler kalplerini yakmaya kalkarlar, darağaçları yakılır, giyotinler küle döner, felsefi metinleri ve dolayısıyla yaşamın anlamının sayısız biçimini rüzgar alır götürür, değersiz olduğunu düşünen insanlar kendilerini ateşe atmaya çalışırlar. İnsanın yeniden doğuşunun şenliği.
İki öykü daha var, biri Borges'e göre Poe'nun öykülerinden dört yıl önce polisiye türünü müjdeler. Karakterler ve olaylar arasındaki bağıntılar sezilirse kolaylıkla açığa çıkacak bir sonu vardır ama yine de eğlenceli ve gizemlidir. Sonuncusu da yine alegorik bir öykü, ona hiç girmiyorum.
Ateşe atılan İngiliz yazarların kitapları iyi yanar, kutsal kitaplar en parlak alevi verir, Hawthorne da bir çatırdayıp sönmeye yüz tutar, bir alevlenir, garip bir şey olur sanırım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder