12 Ağustos 2019 Pazartesi

Mihail Lermontov - Zamanımızın Bir Kahramanı

Füruzan'ın Sözünü Sakınmadan'da 19. yüzyıl Rus edebiyatından bahsettiği bölümde Dostoyevski'yi ve Turgenyev'i anmasının ardından Lermontov'a ayrı bir bahis açmak istermiş gibi heyecanlandığını gördüm, Peçorin'in etkisi zamanın ölçülerine sığmayacak kadar geniş, gerçek ve güçlü. Lermontov giriş yazısında Peçorin üzerinden kendisini eleştirenlere giydirirken kendi zamanında artan kötülüklerin bir yansıması olarak karakterini yarattığını söylüyor. Erken bir modernist görüş olarak ele alınabilir bu. Toplum, toplumsal kurumlar miadını doldurmuş ve Peçorin -tıpkı Lermontov gibi- cepheden cepheye koşturuyor, hemen her gün ölümle yüzleştiği topraklarda gezinip duruyor. Yaban diyarlardaki yabancı. Rusya'nın engin toprakları, dağları, ırmakları etrafında Tatarların at koşturduğu çoraklığın da bir yansıması Peçorin, bilinmeyenin içine fırlatılıp atılmış gibi duruyor, kentte edindiği kodlar steplerde anlamını yitirdiği için anlam yoksunluğundan mustarip olduğunu söyleyebiliriz, nihil nihil dolanıp durması ve medeniyetten kopup gelen insanlar üzerinden çevirdiği katakulliler bu yokluğun ürünü. Mektuplarından ve güncelerinden yola çıkarak pek çok yorum yapabiliriz ama anlatının ilginç seyrini izleyelim önce. Tiflis'ten gelen bir yolcu, küçük yaysız arabasında ilerliyor. Bavullarında Gürcistan yolculuğu sırasında tuttuğu notlar var, büyükçe bir kısmı kaybolduğu için talihli olduğumuz söyleniyor, nedenini bilmiyoruz, belki de notların Peçorin'in hikâyesine yer bırakmama tehlikesinden ötürü. Neyse, birtakım dağlar, kilometreler aşılıyor ama verst değil miydi bu ölçü ya, metnin orijinaline bakmaya üşendim, çevirmen Ülkü Tamer'in tercihidir belki. Sonuçta o coğrafyanın biraz masalsı, çokça ürkütücü insanları ve doğası tasvir ediliyor, sıklıkla. Sonra asıl hikâyemizle bağlantımızı sağlayan bir adam çıkıyor karşımıza, anlatıcımızla tanışıyor. Maksim Maksimiç, orta yaşlarını geçmiş bir asker, Çerkezlerle ve Çeçenlerle yer yer anlaşma sağlayan, yer yer çatışan bir adam. Anlatıcımıza maceralarından birini anlatmaya başlıyor, Peçorin'in adı ilk kez geçiyor böylece. Beş yıl öncesinin hikâyesi bu, anlatının zamanında sıklıkla atlama-zıplama olaylarıyla karşılaşacağımız için bu tür detaylara dikkat etmemiz gerekiyor. Beş yıl öncesinde Maksimiç bir kalede görevliyken yirmi beş yaşlarında bir subay geliyor, Peçorin. Bir yıl kadar kalede kalıyor ve o durgun yeri bir anda olay mahalline çeviriveriyor. Yakınlardaki bir Çerkez prensinin düğününe gidiyorlar, düğünün anlatımı sırasında Çerkezlerle ve gelenekleriyle ilgili derinlemesine detaylar veriliyor. Ne kadar çabuk alevlenebilecekleri, bıçaklarını çekip bir anda insanın üstüne atılabilecekleri falan, mitik figürler gibi gözüküyorlar biraz. Bunlardan Kazbiç olanının muazzam bir atı var, düğün sahibinin oğlu olan Azamet bu atı almak istiyor ve karşılığında kız kardeşi Bela'yı vermeyi teklif ediyor. Kazbiç'in Bela'da gözü var, Peçorin de kızı görür görmez etkileniyor. Kazbiç'in ne tepki vereceğini düşünmeden Azamet'le bir anlaşma yapıyor Peçorin, at karşılığında Bela. Azamet kabul ediyor, Peçorin atı bir şekilde elde ediyor ve Kazbiç'in öfkesini kazanıyor, Bela'yı da Azamet'in yardımıyla kaleye getirip tutsağı olarak barındırıyor. Peçorin gönül kazanmaya çalışıyor ama Bela'nın direncini kıramıyor başlarda, çabalaya çabalaya bir noktaya kadar getirebiliyor ancak.

Maksimiç ve anlatıcı dinlendikleri evden çıkıp yola düşüyorlar yine, hikâyeye ara veriliyor ve tekrar gezi notlarına dönüşüyor anlatı. Gud Dağı, Çertovo Vadisi, bir dünya sarp yer. Neyse, Maksimiç anlatmayı sürdürüyor. Bela da Peçorin'e gönül vermiş durumda biraz, adam ava çıktığı zaman üzülüyor, yanına uğramadığı zaman kızıyor, bu tür şeyler. Maksimiç de kızıyor komutanına, Kazbiç'in umacı gibi etrafta dolanıp durduğu ve intikam aradığı zamanlarda çok pervasız davrandığını, Bela'yı da üzdüğünü söylüyor. Peçorin'in iç dünyasını açtığı ilk an. En az mutsuz ettiği insanlar kadar mutsuz olduğunu söylüyor, anlamsız dünyanın ruhunu kemirdiğini, acıya alıştığını, sadece yolculuk ederek acısını unuttuğunu ve en kısa zamanda Amerika'ya veya Arabistan'a gideceğini söylüyor. Yolculuk hem uzamda hem de insanlığın zemininde sürüyor, Peçorin bu durağında Bela'yla birlikte olmak ve Kazbiç'le güç yarıştırmak istiyor ama yüce bir amacı yok, sadece doğurduğu koşullarla yüzleşmek, bir nevi kendini sınamak için yapıyor bunları. Maksimiç çok şaşırıyor ve anlatıcımıza kentli gençlerin hepsinin böyle olup olmadığını soruyor. Burası ilginç, Maksimiç bunaltı modasını Fransızların çıkardığını, anlatıcımız da İngilizlerin çıkardığını söylüyor. Lord Byron'ın adı metinde birkaç kez geçiyor, şiirlerinden bir bölümü de ben alayım şuraya: "Society is now one polish’d horde, / Form’d of two mighty tribes, the Bores and Bored." Bunaltının kökenlerini çok daha eskide de arayabiliriz ama Peçorin'in deneyimlediği 19. yüzyıla özgü bir tür, kendini anlattığı bölümlere gelince daha ayrıntılı bir şekilde inceleyebiliriz. Kaleye dönüyorum, Kazbiç en sonunda yapacağını yapıyor ve Bela'yı kaçırıyor ama yakalanacağını anlayınca kızı vurup öldürüyor ne yazık ki. Aslında Maksimiç'in içi rahatlıyor bir açıdan, zira Peçorin gibi "vurdumduymaz" bir adam kızı dert sahibi yapardı bir güzel. Yakınlık göstermek için Bela'dan bahsetmeye başladığında Peçorin'in gülüşünü görüyor mesela, hastalıklı bir ifade. Hikâye burada sonlanıyor, Maksimiç'le anlatıcının yolları ayrılıyor ve kader onları tekrar görüştürene kadar bu anıları kaleme alıyor anlatıcı, sonra Maksimiç'le bir araya geliyorlar tekrar ve ilginç bir tesadüf, Peçorin'in arabasına rastlıyorlar. Maksimiç mutluluktan havalara uçuyor ve yavere komutanıyla görüşmek istediğini söylüyor. Peçorin pek oralı olmuyor, Maksimiç kendi çabalarıyla eski arkadaşını görebiliyor. Maksimiç'in mutluluğu sönüyor yavaş yavaş, Peçorin adamı gördüğüne pek memnun olmuyor ve başından savarcasına konuşup tekrar yola çıkıyor. Maksimiç arkadaşlığın, dostluğun hiçbir değerinin kalmadığını, çağın bozuk bir çağ olduğunu söylüyor ama içten içe biliyor, Peçorin öyle bir adam. Yollar tekrar ayrılıyor, Maksimiç bir gün karşılaşırlar da Peçorin'e geri verir diye yanında taşıdığı Peçorin'in günlüğünü anlatıcımıza verip hayal kırıklığıyla uzaklaşıyor oradan.

Sonraki bölüm birkaç olaydan ve bir kısmını gördüğümüz maceraların Peçorin için ne anlam ifade ettiğinden ibaret, aslında Peçorin'i anlamak için üç tanecik olay yeterli. Anlatıcı günlüğü yayımlatıyor bu arada, Peçorin'in İran'dan dönerken öldüğünü öğrenince bu hakkı kendisinde bulduğunu söylüyor. "İsterse en kötü insanın olsun, bir insanın ruhunun tarihi, bütün bir ulusun ruhunun tarihinden daha az meraklı daha az eğitici değildir; özellikle bu tarih, olgun bir kafanın kendi zerindeki gözlemlerinin sonucuysa ve yakınlık sağlama tutkusuyla yazılmamışsa." (s. 67) Üç olaydan ilkinde Peçorin'in konakladığı bir kıyı kasabasında kaçakçıların yaşamlarını gözlemlerken edindiği izlenimler var, bir de az daha öldürülüyor olması. Yokluğun içinde yaşamaya çalışan insanlardan kaçarcasına uzaklaşırken onların düşüncelerinin ve yaşamlarının umrunda olmadığını, zaten kendisinin de sadece yolculuk eden bir asker olduğunu söylüyor, davranışlarını kendisi için böyle meşrulaştırıyor. İkinci ve metnin en uzun bölümünü oluşturan vakada burjuvaziye kusursuz bir uyum sağlayabilen kaliteli bir manipülatörle karşılaşıyoruz. Kadınlarla ve erkeklerle oynuyor resmen, psikolojilerini bozuyor ve gidebileceği en uç noktaya kadar gidip neler olacağını görmek istiyor, bu yüzden bir düelloya girip aslında öldürmeyebileceği rakibini uçurumdan aşağı yolluyor, tek kurşunla. Peçorin'in uç noktası cinayet, makulleştirilmiş ve olmayan bir vicdan tarafından mazur görülmüş olanından.

Son bölümde Maksimiç'in anlattığı bölüm var, olayları Peçorin'in açısından görüyoruz bir de. Bu kadar. Dediğim gibi, boşluğu deneyimleyenler oldukça bu metin de güncelliğini koruyacak, zamanla farklı anlamlar kazanıp insanın karanlık yüzünü anlatmaya devam edecek.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder