Kum Adam'a sahaflarda büyük yayınevlerinin satmayan kitapları bölümlerinde rastlayabilirsiniz.
Auster işi bir anlatı. Hayatı belirsizliklerle dolu karakterlerin Afrika'da arayışa çıkma konulu romanlardan biri. "Zihnim bir uçurum" epigraflı, hatırlayışın geleceği kurduğu başlangıçta damdan aşağı itilenin boşalan zihni kana bulanır ve dünya paramparça olur, anlatıcının her şeyi toparlaması gerekecektir. Formülize edebiliriz; kolonize edilmiş yabancı topraklarda aranan Batı dünyası, değerleri, yaşama dair her bir parçanın kurmacaya karışması, hiçbir şeyden emin olamamanın getirdiği tedirginlik, böyle şeyler.
Quint ellilerinde, küçük yaştaki oğlu Julian'la Tunus'a gidip oğlunun bir zamanlar bakıcısı olan Helen'i arıyor. Eşi Christine kitaplarını çevirdiği adamla birlikte Paris'te bir yerde, hayatın Christine'siz devam etme olasılığı yaralayıcı. "Yanıbaşımda yatan minik bedeni görünce bir an şaşırdım: Sanki Christine küçülmüş de yanımda yatıyordu. Sıkıntı kapladı içimi, doğruldum ve gidip Helen'in oturduğu yere oturdum." (s. 11) Geride bırakılamayanın hayaleti Quint'in yanında, oğlan geçmişi deşip durmasına yol açacak.
Tunus'ta Helen'in kaldığı odada kalıyorlar. Küçük Huzur Oteli, ironik. Otelin sahibi olan hanımla Quint'in ilişkisi bir nebze nefes aldırıyor ama anılardan kurtuluş yok, Helen bulunacak. Anssızın ortadan kaybolduğu zaman izi Tunus'a kadar sürülebiliyordu, duygusal yoksunluk Quint'i bu garip yolculuğa çıkardı. Aralarındaki derin ilişki de var tabii; Christine'in mağrurlukla boğulmuş öfkesinin ışıkları altında filizlenen bir orman. Radyo programcısı olan Quint, eşinin çok kültürel faaliyetlerinin karşısında boğulduğunu hissettiği an kaçışı Helen'de aramaya başlıyor. Aralarındaki otuza yakın yaş farkı, arayışlarının benzerliği karşısında pek bir önem taşımıyor. Helen gidene kadar iyiydi, sonrası karanlık. Tunus'un yakıcı güneşi altında aranacak cevaplar var, belki yeni sorular.
Quint'in köksüzlüğü her şeyin başı. Camiden yükselen sesleri duyduğu zaman tanrıya olan inançsızlığından ötürü üzülüyor, hayatını kolaylaştırabilecek değerlerinin kaybının yasını tutuyor. Helen'le hiçbir zaman cinsel bir yakınlık kuramamış olması da bir diğer üzüntü. "Birbirimizi hiç çıplak görmemiştik. Bir insanı çok iyi tanıyıp da karnını hiç görmemiş olmak tuhaf değil mi?" (s. 19) Paylaştıkları dünyada böylesi bir yakınlığa pek zaman olmadı, yaşanamayanlar nostaljiye dönüştü ve Quint'i zehirlemeye başladı. Helen ortada yok, başka insanlara kapı aralanıyor. Uçarı ilişkiler, Dr. Brazenger'la kurulanı böyle. Avrupa'nın entelektüeli, Afrika'nın münzevisi haline gelmiş. Julian ve Quint'le kurduğu ilişki Helen'in ardında bıraktığı defterle birlikte derinleşiyor ama oyun oynamak için daha az yaralı birini seçse daha iyi olurmuş.
Helen'in günlüğü kurmaca çıkıyor ve deliliğin kızıl güneşi altında Quint önündeki bedeni boşluğa doğru itiyor. Arayışına rağmen, onca çabasına rağmen gerçeğe ulaşamayacağını öğrendiği an o da şehirde savrulan kumlardan farksız artık, peşinde getirdiği konçertolar, kitaplar, hiçbir şey onu eskiye bağlayamayacak. Sürüklenecek, Helen'den veya Helen'in imgesinden uzağa. "Akşam Sydney'de, birbirimizden ayrılırken yüzünü ellerime gömdü, o an şunu düşündüm: Birbirimiz hakkında bundan daha fazla bir şey bilemeyeceğiz." (s. 34) Bilinecek bir şey kalmıyor, parçalar toparlanmamak üzere dağılıyor ve tam ortasında kalıyoruz. Günlükte bir araya gelirler, yaşamda sonsuza kadar ayrılırlar, Helen'in sonu kusursuz bir biçimde gizlenmiştir ve bu işte etraftakilerin payı büyüktür, Helen'in isteği doğrultusunda.
Esirgeyen Gökyüzü'yle birlikte okunursa keyfi katlanabilir, tavsiye.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder