Batur, Ricci'nin kitaba aldığı Borges öykülerinde "temsil" özelliğinin ağır bastığını söylüyor. İki Borges; menşei Arjantin ve dünya vatandaşı. Sözü altına çevirebilen, filolojiyle ilgilenen Borges'in yanında metinlerini tekrar tekrar yazan, Kum Kitabı'nın şahidi bir diğeri var. Sondaki söyleşide Borges'in kesip kesip üzerine yapıştırdığı, kendini kırkyamaya çeviren dünyadan parçalar bulursunuz; edebiyat, dil, müzik, yolculuk, bir insanın yaratabildiği -kendi dahil- her şey.
25 Ağustos 1983: Borges, Borges'le karşılaşır. Bir Borges diğerinin düşü, yaşamı, metni içindedir ve ölecektir. Ölür. Diğeri uyandığında ölenin kendiyle karşılaşmasını yaşamaya yazgılıdır. Bu fantastik bir metindir, yaşamın ta kendisidir. Kaynayıp duran bir göl, akışsız su. Biri, sonsuza kadar diğerinin yaşamını sürdürmek, onun yazdığı kitabı yazmak zorundadır. Bu kitap çoktan yazılmıştır, lakin pek Borgesvari bulunarak yabana atılmıştır.
Bir metin daha kaç kez kendini referans gösterebilir?
Paracelsus'un Gülü: Araştırmalarıma göre Paracelsus'un mezarında şu yazmaktadır: vitam cum morte mutavit. "Yaşamla ölümü takas etti." Felsefe Taşı'nı ararken zannımca bilmeden tasavvufun sınırlarına da girmiş, sevmeden görmenin, bilmeden sevmenin imkansız olduğunu söylemiştir. "Sen seni bil sen seni" der kısaca, öğrencisi olmaya gelen genç adama. Adam bütün hayatını ustanın ilmini öğrenmek için feda edebilir ama karşılığında küçük bir mucize ister; yaktığı gülü tekrar eski haliyle görmeyi arzular.
Bu şeye benzedi, hangi film olduğunu hatırlamıyorum şimdi. "Eğer insanın aşık olup olmadığını nasıl anladığını sorarsan, aşkın ne demek olduğunu bilmediğini söylerim," gibi bir replik vardı. "Hayatın anlamını sorarsan bilmiyorum, sormazsan biliyorum" da benzer bir mantıkla söylenmiştir. Sonuçta öğrenci gönderilir, Paracelsus bir şeyin varlığını ve yokluğunu Kabala'nın temeline, Kelam'a bağlamasıyla birlikte elinde beliriveren gülü okşar, ensesine vurup lokmasını alır falan.
Mavi Kaplanlar: "Eğer üç artı bir, iki ya da on dört olabiliyorsa, o halde mantık denen şey bir deliliktir." (s. 38) Sayıların insan beyninin işleyişini düzenlemeye yönelik doğal bir işlevleri yok, var oluş sebepleri kendiliğinden ortaya çıkmadı. İnsanlar onları bu amaç için icat ettiler. Bir örüntü, mantığa bürüme, bu tarz işler için sayılara güvenildi. Sonra metafizik icat olundu, mertlik bozuldu. Dostoyevski, Musil, Borges, Aronofsky sayılara o kadar da güvenilmemesi gerektiğini söyledi. İnanırım.
Doğu'nun mistik ortamından fırlamış bu öyküde doğuran taşlar, Pakistan ve bir adet Prometheus mevcuttur. Doğuran taşlar, köylüler tarafından kaplan metaforuyla gizlenir, Borges/anlatıcı bunu Blake'in şiirine benzetir, zira yaşamın kendisi kitaplarda mazruftur. Taşlar dört işleme gelmez, aritmetik, cebir, hendese ve sair işlerde kullanılamaz, herhangi bir iz taşımazlar, onlardan kurtulmanın yolu Tanrı'nın yolundan geçer. Anlatıcı caminin önündeyken Tanrı'yı çağırır, tanrı bir fakir kılığında gelir ve kendi yükünü sonsuza dek omuzlamak üzere adamdan alır. Tanrı kendi yaratılarından sorumludur, yazar kendi yazdıklarından.
Yorgun Bir Adamın Ütopyası: Bütün dünya Latince'ye dönmüş, okullarda unutma ve şüphe etme üzerine eğitim veriliyor. Ütopyanın niteliği değişiyor; geçmiş unutulmaya çalışılan bir ütopyaya dönüşüyor. Var olmayan ülke gerçekte var olmadığı için değil, unutulduğu için var.
Geri kalanı Borges röportajı.
Diyecek bir şey yok, baş köşede bulunmalı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder