6 Ağustos 2018 Pazartesi

Gallagher Lawson - Kâğıt Adam

Michael otobüse biniyor, şehre doğru yola çıkıyor. Şehir Güney'de, korkunç çağrışımları var. Kalabalık, büyük ve kağıttan bir adam için çok tehlikeli. Güney ve Kuzey, başka bir bilgi yok, büyük yarımadanın iki ucunda iki farklı yaşam biçimi sürüyor ama uzun süre böyle kalmayacak, Kuzeyliler şehre ajanlarını sokmuşlar, terör ortamı için henüz erken ama alttan alta bir hazırlık sürüyor. Michael bu karmaşanın tam orta yerine gidiyor, yediği kağıt çorbasından ötürü ağzı kupkuru, ağzı zaten kupkuru çünkü o kağıttan bir adam. On beş yaşında geçirdiği bir kazadan sonra babası tarafından kağıtla kaplanmış, böylece geriye iz kalmamış. Metnin aşırı alegorik anlatısına bakarsak her türlü okumaya çok açık; ben ergenlik olarak okudum. Ergenlik bir insanın geçireceği en büyük kazadır, baba baskısı altında biçimlenirse o zaman kağıtla kaplanmak da makul bir hale geliyor. Michael'ın çiftlikte, yanlış hatırlamıyorsam çiftlikte yaptığı tek iş muhasebe kayıtlarını tutmak, zira kağıt bedeniyle ağır işleri yapamayacak durumda. Kardeşleri ve babası makine gibi çalışıyorlar, yaşamları bu şekilde sürüp sonlanacakmış gibi. Micha'yı hatırlıyor Michael, okula gittiği sıralarda tanıştığı arkadaşı, aşkı. Birbirlerine şiirler okumuşlar, birlikte yolculuklara çıkmışlar, bir anlamda renksiz dünyanın rengi olmuşlar birbirleri için. Sonra ansızın gitmiş Micha, şehre yerleşmiş. On yıl önceymiş bu, Michael'ın amacı şehre gidip Micha'yı bulmakmış.

Adamımızın nasıl bir kaza geçirdiği, kazadan sonra ailesiyle neler yaşadığı müphem, karanlıkta. Belli belirsiz bilgilerle karşılaşıyoruz bazen, Michael'ın babasına yazdığı hayali mektuplarda bir isyanın öfkesi okunuyor, birey olabilmenin sancılarını görüyoruz daha çok. Olaylar hızlandıkça mektuplardaki kızgınlığın tonu açılıyor, aslında bütün bir metni erginlik ayini olarak görürsek kahramanın yolculuğun çıkıyoruz yine; geride bırakılanlar, mekan değişimi, erginleşme. Dönüş yok, dönecek bir yer, hesaplaşılacak bir şey kalmadığı için Michael'ın gelişimi son adım olmadan tamamlanıyor. Şehre de aynı açıdan bakabiliriz; Kuzey'in adım adım tırmandırdığı gerilimin sonucunda insanlar ve şehir değişiyor, isyanlarla birlikte toplu bir cinnete sahne oluyor ve nihayetinde ele geçiriliyor. Şehri de bir karakter olarak düşünürsek iki karakterin gelişimi paralel ilerliyor, tabii sembolizmin ağır tahribi altında. Yolculuk esnasında yolun ortasında yatan bir denizkızı görülebiliyor örneğin, deniz kızının yolda ne işi var? Kuzey'de ölüler neden gömülmüyor da suya bırakılıyor? Üzerinde düşünülmesi gereken sorular birikiyor.

Otobüs yolculuğu sırasında Michael'ın tanıştığı radyo programcısı, tek gözlü bir adam, Michael'ın bavulunu aşırıp arazi oluyor. Babasını suya, denize bırakan adam bu. Bir müddet sonra Kuzeylilerin kenti ele geçirmeye çalıştığına dair yaptığı programlara denk geleceğiz, hatta küçük çaplı bir yüzleşme de yaşanacak. Sıradan gidiyorum, Michael otobüsten indikten sonra şehrin korkunç büyüklüğüne karşı kendini küçücük hissediyor. Rüzgar çıkıyor üstüne, ailesinin beline taktığı ağırlık da yok, uçacak Michael. En kötüsü; yağmur başlıyor. Kimse Michael'a yardım etmiyor, uzak duruyorlar. Literatürde bir adı vardı bunun, olumsuz bir olayın gerçekleşmesini engellemeyip de izleyenler için gösteri akbabaları deniyor sanırım. Denmiyor, ben uydurdum. Ama var öyle bir şey ya. Evet. Sonrasında Maiko çıkıyor karşımıza. Vitrin mankeni, canlı manken. O da tutunmaya, durumunu iyileştirmeye çalışanlardan. Belki de Michael'ı da kendi gibi görüp o yüzden yardım etmiştir, bilemiyoruz, yardım ediyor sonuçta. Adamı kurutuyor, yırtılan uzuvlarını onarıyor, besliyor, evini açıyor. Buzdolabı çeşit çeşit mantarla dolu, başka bir şey yemiyor gibi gözüküyor. Mantar kokusu üzerine sinmesin diye uzak duruyor ondan Michael, bunu da bir simge olarak düşünebiliriz, yalnızlıkla alakalı. Sanki şehre ait olmayan bütün ögeler şehirde toplanmaya çalışıyormuş gibi bir durum var; deniz kızları, Michael ve Maiko gibi orijinal tipler, herkes şehri doldurmaya çalışırcasına tutunmaya çalışıyor, sınırlar ve kontroller hiçbir işe yaramıyor, bunun sonucunda da halk ayaklanması gerçekleşiyor bir yerde, ileride. Mültecileri düşünün, aslında dünyaya ait oldukları halde öylesine ayrışmış bir dünya ki bu, sınırların dışına çıkmak onlar için çok zor. Deniz kızları için de.

Michael iş bulmakla geçirdiği günlerden sonra çalışma kağıdı olmadan çalışabileceği bir yer buluyor. Muhasebe işi, bir balıkçılık şirketinin defterlerini tutacak ve denk geldiği bazı hesap hatalarını kitabına uyduracak. Tekinsiz işler çevriliyor belli ki, Michael bunu umursamadan çalışıyor ve sonradan ortaya çıkacak isyana istemeden yardımcı oluyor. Şirketin Kuzey'e ait olduğu ve ajanlarını bu şirket sayesinde Güney'e soktuğu anlaşılıyor, Doppelmann'ın ortaya çıkışıyla birlikte karışıyor işler. Sanat camiasından isyana bir köprü.

Her şey, Michael'ın aylaklık yaparken Mischa'nın bir resmini görmesiyle başlıyor. İlk aşkın külleri kıvılcımlanıyor, kızı bulmaktan başka bir şey düşünemiyor Michael, Doppelmann'a böyle ulaşıyor. Doppel diyeceğim, bir sanatçı. Mischa'yı tanıyor ve hatta Mike'la -Mike olsun bizimki de- bir araya getiriyor onları. Mischa'nın kaotik ruhu Mike'ı inanılmaz bir döngüye sokuyor; Doppel'la sevişmesini izletiyor Mike'a, kalbini paramparça ediyor, Mischa'nın tamir ettiği bedeni de. Bu kez Doppel el atıyor işe, bir sanatçı olarak müthiş bir eser ortaya çıkartıyor ve Michael daha kuvvetli bir kağıt adam oluyor. Daha güçlü, daha alımlı, daha... Sahte. Yüzündeki maskeyi bir tek kendisi takarken maske takmak ideolojik bir eylem haline geliyor ve artık herkes maske takmaya başlıyor, toplumsal kargaşa patlak verdiği sırada ilk kağıttan adamın Michael olduğu unutuluyor, o da herkes gibi oluyor bir açıdan, normalleşiyor. Ya da koca bir şehir anormalleşiyor, değişimi kestirebilmek zor. Michael'ın değişimini takip ediyoruz ama arka arkaya sıralanan olaylar tempoyu yükselttikten sonra biraz zorlayıcı oluyor bu, Adam'ın ortaya çıkışı, Michael'ın Doppler rolünde Adam'ı kağıtlaştırması, kendi başına gelenlerin aynısını Adam'a yaşatması, şehrin bireyleri öğütmesi, herkesi belli döngüler yaşamaya zorlaması, çıkışsız olduğunu göstermesi, umudu ortadan kaldırması bir fırtına gibi geliyor, fars gibi. Duygular bayağılaşıyor bu durumda, akış o kadar güçlü ki hiçbir duygu tutunamıyor, çünkü hiçbir insan sabit değil, her şey gündelik yaşanıyor, herhangi bir hissin bir süre olsun kalıcılığı yok. Her şey çok hızlı.

Bir ilk roman. Metaforlarıyla, anlatımıyla zorlayıcı bir metin. İyi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder