30 Ağustos 2018 Perşembe

Şenay Eroğlu Aksoy - Evlerin Yüreği

Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde'yi geciktirmek için elimden geleni yapıyorum. Birincisi; yazdığım romanımsı şey canıma okudu. İnanılmaz derecede yoruldum, hatırladıklarımdan kurtulduğumu hissediyorum ama kendimle ilgili ne kadar çok şeyi unutmuş olduğumu hatırlayıp daha çok yoruluyorum, başkalarını hatırlayışım bir yana. Bir noktada Knausgaard için kullanılan "edebi intihar" noktasına geldim sanırım, gerçeği ne kadar kurmacaya uydurmaya çalışsam da bir noktada karar vermek zorunda kaldım, ya her şeyi -yapıp unuttuğum şeyler dahil- olduğu gibi değerlendirecektim, ya da gerçeklikten iyice uzaklaşıp anlatılacakları örseleyecektim, eleyecektim. İlkini tercih ettim. Emre, "Seni dava ederim, daha fazla yazma lan beni," diye tehdit etti. İsimleri değiştiriyorum ama en anlatılmayacak şeyleri anlatıyorum bir yandan, şirazem kaydı, ahlaktan nasibini azıcık olsun alamayan bir hayvanmışım ben, yazdıklarımı biraz okuyunca böyle dedi Emre. Neyse, ikincisi; bu yazı işine girince okumaya daha az zaman kaldı, Gökçeada'yı iyice bir gezmek istiyordum ama olmadı bir türlü. Zaten mesele Proust olunca at koşturur gibi okuyamıyorsunuz. Bir yavaşladım, iyi geldi açıkçası. Her şey yavaşladı. Yıllar sonra diyeceğim, ilk kez ayaklarımı uzatıp hiçbir şey yapmamanın/yapmayacak olmanın saadetine vardım. Aklımda en ufak bir düşünce kırıntısı yok. Sadece sonsuz. Karşımda deniz, bulut, ada ve gök olarak öylece duruyor.

Araya birkaç kitap sıkıştırdım, onları anlatayım. Bir tanesi Şenay Eroğlu Aksoy'un iki öykü kitabından biri. Kimya teknisyeni olan Eroğlu Aksoy 1968'li ve öyküleri biricik imgelerle yüklü, dil ölçülü bir kapalılıkta, ataerkil toplumda kadının konumu meselesi ağırlıklı. Yeni soluklu öyküler, konu ve anlatım tekniği açısından olmasa da sözcüklerin yarattığı imajlar açısından. Klasik anlatıda hiç kullanılmayan pencerelerin açılması gibi düşünülebilir. Bir manzaraya hiç bakılmamış bir yerden bakmak gibi de düşünülebilir. Olur yani bunlar.

Çığlık nam öyküyle başlıyorum, gırtlağı delik kadınların yaşadığı distopik bir mekândayız, tekmelenen kadınlar, bağırılan kadınlar seslerini kaybetmişler ve buraya konmuşlar. Sesleri olmadığı için birbirleriyle iletişimleri de kısıtlı. "Çığlık; korku, karşı koyma, yardım isteme, acı, var olduğunu hatırlatmaydı." (s. 9) Neredeyse yaşamıyorlar, yoklar. Nazilerin gaz odalarına benzetiyor mekânı anlatıcı, oraya geldiği ilk günlerde çok korkmuş olmasına rağmen alışmış. Etrafındakilerle kurduğu yakınlık da sosyallik ihtiyacını bir ölçüde karşılıyor, yetinmesi mümkün olmayan kadının anlatıcı olarak bir hikâye anlatmaya başladığını düşünebiliriz. Oraya nasıl konduğunu, sesini nasıl kaybettiğini anlattıktan sonra Aysel'in hikâyesini de ekleyerek bitiriyor anlatısını. Aysel dövülüyor, tekmeleniyor, sesini kaybetmesi yeterli değil, bazı insanların sınırı yok, kötülükse konu.

Abis, bir celladın hem kendi ağzından, hem de bir anlatıcı tarafından anlatılan hikâyesi. Cellat hiç evlenmiyor, sessiz sedasız tekme vuruveriyor sandalyelere, insanları havada bırakıyor, boyunlarda bir ip. Yalıtılmış, tek başına yaşıyor, kasabanın dışındaki tepelerden birinde. Astığı bir adamın oğlunun kendisini öldürmesinden korkuyor, çocuk alenen tehdit ediyor adamı. Cellat bir tüfek alıyor, evinin civarındaki hayvanların üzerine kurşun yağdırarak nişancılığını keskinleştiriyor. Geçmişini hatırlıyor bir yandan, hapisten çıkınca bir tekmelik para vermişler ona, sandalyesine vurduğu adam havada öylece dönerken meyhaneye gidip parayı orada yemiş. Ailesi de pek sağlam ayakkabı değilmiş, kimsesi yokmuş, cellat olmuş o da. Gece vakti patırtılar yükselince sıkarmış sesin geldiği yere, o geceden sonraki gecelerde evin etrafında yine karaltılar olurmuş. Kime sıkıyormuş kurşunları cellat? Korkularına, kendiyle birlikte ölebilecek şeylere.

Arka Bahçe, etrafında olup biten yaşamlara -yaşam olup biter, evet- uyum sağlayamayan, sevdiği adamı gözlemekten başka bir işi olmayan yalnız bir kadınla ilgilidir. Biyolojik saati çalmaktadır, yavrulayan köpeklerle, çiftleşmeyle ve çocuklarla ilgili detaylar öykünün her yerine yayılmış durumdadır, ne ki adam birkaç aylığına iş için gitmiştir oradan. Birkaç ay, beklemek için çok uzun bir süre, karnında bebeğiyle umut eden bir kadına göre. Muhtemelen birkaç ay sonrası da beklemekle geçeceği için.

Sis, mahallenin yosmasıyla genç bir aşığı arasındaki kavuşamama öyküsüdür. Başakların arasında yapılır bu iş, kadın oldukça güzeldir ve gencin kalbini çalar ister istemez. Başakların arasında yapılana bu genç dahil değildir, o penceresinden izler her şeyi. Kendisiyle birlikte pencere de, binalar da, kentin kadınlarıyla adamları da izler, bütün kent yosmayla müşterisini izler. Sonrasında genç adam mektup yazar bir dolu, kadına gönderir ama kim olduğunu söylemez. Kadın mektupların müellifini merak etse de çok da üstüne düşmez, işinden ötürü yaşamının suyu kesilmiş gibidir. "Mabetlerinizde etimden tuğlalar. Biraz daha ayırıyorum bacaklarımı. Eteğimi kaldırıyor adamlar, aldırmıyorum." (s. 27) İzlek olarak tek bir söz: "Seveyim mi seni?" Genç, tarlaya gidip sevdiği kadını öldürdükten sonra kadının kulağına bunu fısıldar.

On sekiz öyküden dördü böyledir, sondaki üç öyküyse ayrı bölümlenmiştir. Onat Kutlar'dan, Oğuz Atay'dan ve Tezer Özlü'den birer öyküye uçlar. Uçlar, öykülerin içlerine sızar ve o öykülerdeki karakterlerden bazılarını taşırlar, karakterleri taşımasalar da öykülerin dünyalarında kendilerine yer bulurlar, dünyalara eklemlenirler.

Şenay Eroğlu Aksoy iyi bir öykücü, dünya kurabiliyor. Belki biraz daha farklı anlatım biçimlerine yönelse öyküleri daha çok renk taşıyabilir. Bilemiyorum, kendi görüşüm. Kitaplardan anlamadığım için lüzumsuz da olabilir. Okuyun, seversiniz.

Bir de şu. Gökçeada'yı aklıma kazıyan şarkı bu oldu. Güneş batarken hiçbir şey seçilmiyordu, bu şarkı da o ânı tamamlıyordu. Sözleri bitirdi beni. Leprous çok deli bir grup zaten, dinleyin, seversiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder