Gün gün ayrılmış, yolculuğun ve durağın ve insanların ve Bernhard'ın ilk metni, bu yüzden günlere ayrılmanın yanında başka ayrımlar da vardır, paragraflar ortaya çıkar, bütünün kalıplığı anlatım biçimi olarak ortada yoktur. Daha sonradan kazanılmıştır, Bernhard kendi sesini bulana kadar denemiş, en sonunda sarmallarını tamamlayabilmiştir. Burada düzlükten bahsetmek gerek, gün başına ilerleme sağlanır ve anlatı günlere bölünür ama orada yine sarmal aranır, kat kat açılan dünyanın kronolojisi parçalara ayrılıp üst üste bindirilebilir. Parçaların oluşturduğu biçimde yaşamına ilişilecek bir ressamın günleri ve Weng'in karanlığı izlenecek. Tıp öğrencisi, stajyeri olduğu asistan tarafından Weng'e gönderilecek ve asistanın kardeşi Ressam Strauch'u gözleyecek. Doktorun istediği, kardeşinin bastonunu tutuşundan gündelik hareketlerine kadar her şeyinin rapor edilmesi. Anatomisi çıkarılacak yaşam, insanlarının koyu bir balçığa bulandığı bu köyde, onca ayyaşın, orospunun ve dilencinin arasında nasıl bir boşluğu dolduruyor veya nasıl bir bütünü bozuyor, başlıca konu bu. Köy, Bernhard'ın gençliğinde bakkal çırağı olarak çalıştığı kasabaya benziyor, kaosun ortasında bir inziva. Ressam'dan on iki yıldır haber yok, abisiyle yirmi yıldır görüşmüyor. Konuşkan bir hayalet; handa karşılaşmalarından sonra kendi yaşamını anlatmaya başlayıp ortadan kayboluyor, tekrar ortaya çıkana kadar anlatıcının -bundan sonra stajyer olarak anılacak- etrafı keşfetmesi için yeterli zamanı oluyor. Ölü bir doğa, hanlarda ve tren istasyonlarında kurulan arkadaşlıklar hemen bozuluyor ve ortadan kalkıyor. İnsanlar pek konuşkan değil, zorla yaşıyorlarmış gibi. Ressam yaşam dolu, stajyerle yürüyüşlere çıkıyorlar. Ressam değil, boyacı olduğunu söylüyor. İntihara yürüyen ama bir türlü intihar edemeyen biri. Zor bir vaka. Stajyer tam olarak neyi inceleyeceğini bilemiyor, yöntemini kaybettikten sonra sadece sürükleniyor. Ressamın da kendi akıntısında sürüklenişi var; tırmanmanın hiçbir faydası olmadığını bilmesi, hiçbir şeyin çabalamaya değmediğini anlaması onu sessiz bir taşa dönüştürmüş. Tek bir kitapla sınırlı evren. Stajyerin yanında Henry James var, ressamınsa Pascal'ı. Pascal'ın "odasında tek başına oturmayı bilen insanı" ressam olabilir. Bir tek Pascal, başka bir şey yok. Öyle yok ki hancı kadının mektuplarını açması, okuması ve ressamın herkesçe bilinmesi önemsiz. Hancı kadın hayvan gömücüyle yatıyor ve ressamın hesabını şişirip duruyor, bu da bir tepki yaratmıyor. "Kendi kendine acı vermeyi, daha çocukluğunda aşırıya vardırmış." (s. 27) Yakınlardaki köprünün inşasında çalışan mühendis, hayvan gömücü ve diğerleri adamın etrafında gözlem nesneleri olarak dönüyor, dünya bu kadar. Ailesiyle ilişkisi Bernhard metinlerinde olduğu gibi sıkıntılı; uzaklara giden kız kardeşiyle yılda iki veya üç kez mektuplaşıyorlar, büyük anne-baba ölünce ailenin dağılmasıyla birlikte herkes bir yere dağıldığı için görüşmeleri zor. Anne ve baba öldükten sonra sanatsal yaratılarına bel bağlamaya çalışmış ama yetersizmiş. Kendisi ve yaratıları yeterince iyi değilmiş, yetmemiş, eksikliğini yarattığı şeyle dolduramamış, sıradanmış hepsi, bir gün her şeyi ateşe atmış, ateşin en iyi okur olduğunu yine Bernhard söylemiş ama yanan resimler için bir şey söylememiş, ressam yıllar boyunca kendisinden önemli bir şey çıkacağını düşünmüş ama ne çıkaracağını bilememiş, ulaşılmaz olana düşkünlüğü yüzünden hiçbir zaman mutlu olamamış, beklemiş ve beklemiş ve beklemiş ve stajyer çıkmış karşısına, günlerden birinde yirmi üç yaşına basmış ama bunu hatırlayan yokmuş, hatta nerede olduğunu bilen hiç kimse yokmuş, doktor dışında. O da kaybolmuş, gününü yitirmiş ve belleğine yaslanmış, hatırlamak için, unutmak için, ressamı parlak bir zihinle dinleyebilmek için. Kurbanlarının kurbanı ve efendisi olan ressam yaşamını düşünceleriyle kurmuş, bu kurmacanın dışına hiç çıkmamış. Stajyer bu kurmacanın geçici bir parçası olurken hancı kadın ve hayvan gömücünün arasındaki ilişkiyi de anlamış. Sevişiyorlar ama yavan, hayvandan bir farkları yok, çürüyorlar, kadının kocası hapiste ve para istiyor, kadın para göndermek istemiyor ama hayvan gömücü göndermesini söylüyor. Cezaevlerinde şartlar korkunç, Bernhard bunu zaten çokça anlattı ve yine anlatıyor. Adalet sistemi korkunç, hakimler aptal, avukatlar rezil, hapishaneler cani üretimi konusunda uzman. Hancı kadının kocasını ele vermesi -cinayet, ihbar- bütün bu kokuşmuşluğun üzerini kapıyor; adamın hapisten çıkması halinde her şeyi öğrenecek olması en büyük korku kaynağı. Sebebi Weng. Hiçbir şeyin olmadığı bir yer Weng, hiçbir yer. İnsanları erdemden uzak. Weng'i ressamın çocukluğunun geçtiği meskenle kıyaslıyorum, çürüyen kentlerden bir farkı yok. "Kendilerini icat edenlere karşı öfkelenen kentler." (s. 66) Ve çocukların büyüklerden çok daha uçurumlu olması nasıl bir olgudur? Ressamın çocukluğundan, gençliğinden, hiçbir zamanından uzakta yaşayamaması bir örnek. Tinle baş etmeye çalışan on dördünde bir çocuk, ellisinde bir adam. Hiç durmayan ve kaya gibi sabit bir gençlik. Meraklı, düşülen bir çocukluk. Zamansızlık. Etraftaki insanlarla sabit. Ne diyorlar? Ressamı biçimlendiriyorlar, kendi bedenleri ressamın sayısız mezarı haline geliyor. Ressam kendini yaratıyor ve ateşe atamıyor. Hayvan gömücü yontuyor; stajyere ressamın savaş zamanında Weng'de olduğunu söylüyor. Köylüler ona iyi davranmamış. Kız kardeşi de yanındaymış. Fransızların saldığı onca mahkumun ortasında kalmışlar. Ressam hiçlikle yüz yüze geldiği bu mekana geri dönmekte haklı, her şeyin en gerçek olduğu yer burası. Düşkünler evi de bir diğer mekan, stajyerle ressam köpekleşmiş insanların arasında yürüyorlar, ormanda yaptıkları gezintilerden bir farkı yok. Mühendisin kurulmasına yardımcı olduğu santral, köprü, demiryolu her şeyi yutacak, bu insanları da belki, yine de daha iyi diye bir şey yok, daha iyiye gitmeyecek hiçbir şey. Don herkesi çirkinleştiriyor, soğuğun baskını buzul çağının virüsünü sırtında taşıyor ve her şey buz kesiyor. Yakılan odunlar buzu kıramıyor, kışların birikmiş öfkesi. Stajyere neden orada olduğunu, neyi gözlemlediğini unutturuyor. Buz kesiyor stajyer, heykel gibi sabit, sadece izliyor. İnsanlar geçiyor, isimlendiriliyor ama öncesinde biraz sohbet, isimleri yüzlere daha iyi oturtuyor. Bernhard'ın hastane günlerinden kalma bir oyunu bu da. Kesinliğin olmadığı bir yer, insanın en kendi halinde olduğu. İnsanın olduğu yerde kesinlik yok, o zaman stajyerin gözlemlerinin de bir değeri yok. Neyi raporlayacak, raporladığı şey ne kadar doğru olacak, şüpheye düşüyor. Bu noktada iki hafta ileri atlayıp sona geliyorum, stajyerin asistana yazdığı mektuplar tanıyı koyuyor. Parçalanma. Daha da son: Bir gazetede ressamın kayıp ilanı yer alıyor, aranıyor ama yanlış yerde. Söylediklerine ve toprağın derinliklerine bakılmalı, donun erimesine yakın. Erimeyecek.
"Sözcükleri, sanki bir bataklıktan söküp çıkarır gibi çıkartıyor kendinden. Sözcükleri söküp çıkartırken, kanayarak söküp çıkartıyor kendini." (s. 124)
Hiçbir Bernhard metnini hakkıyla anlatamadım, bu da onlardan biri.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder