İkinci bölüm, Vasiyet. Diplomalarını alan insanlar sanki gelişmeleri o noktada kalmış gibi davranıyorlar, başka hiçbir şeyle ilgilenmiyorlar, kendilerinin tamam olduklarını sanıyorlar. "Georg Amcam sık sık, ne zaman Avusturya'ya gitsem trende otururken yalnızca profesörler ve doktora unvanlılar oturuyor vagonda sanırım, insanlar değil, caddelerde diploma sürüleri yürüyor sanki, genç insanlar değil, yaşlılar değil, yalnızca müsteşarlar, derdi." (s. 53) Köylüler böyle değil, onlar oldukları gibi kalsalar da doğa onları kendine benzetiyor. Yumuşak, sert, zaman ne verirse, olduğu gibi. Murau dört yaşına kadar köyden başka bir dünya bilmedi, şehrin sokaklarından en korkmayacağı zamanda korktu ve insanlarını tanıması gereken yaştan çok sonra tanıdı. Diploma suratlar. Unvan kafalar. Öğretmenler ve hâkimler, toplumun iki çukuru. Onlarca parlak zihnin üzerinde kontrol kuran vasatlık. Vatanları için çalıştıklarını söyleyen bencillik abideleri. Fotoğraflarda bu yüzler vardı, şimdi köye yolculuğa çıkar çıkmaz Murau'nun düşündükleri yine bunlar. Kaçıklık, bunlardan kurtulmak için amcasının önerdiği. Kırk yaşın kaçıklığı, sosyalist görünümlü faşizme, din görünümlü beyin yıkamaya isyan. "Yalnızca en zor çabayı değil, en büyük çabayı gerektirir onlardan kurtulmak, onların acımasızlığının karşısına kendi acımasızlığını koymak." (s. 88) Kafka'yı anar Murau, Kafka bu deliliği, kaçıklığı ve öfkeyi Kafka'da bulur. Yutar gibi okur Kafka'yı, ona dönüşür gibi öfkelenir ve kendisiyle birlikte kendisini oluşturanları parçalamaya başlar. Yazarlığını parçalar, yazarları ve metinleri parçalar. Bütün yazarlar yalancıdır ve yazdıkları yalandan başka bir şey değildir. Düşünce yazıya geçtiği an değişir, bile bile yazmak bir yalanı yaratmaktır. Murau kendini de parçalar dedim, yazarlığını da parçalar, kendisini oluşturan parçalardan nefret eder, cenaze töreninden, Spadolini'nin son konuşmasından, ailesinden ve Wolfsegg'den. Bu sebeple doğup büyüdüğü çiftliği bağışlar, 1983'te Roma'da öldüğünü öğreniriz ve anlatıcı tek cümleliğine değişir, aktarıcı olarak beliren ilki son söz söyler.
9 Aralık 2017 Cumartesi
Thomas Bernhard - Yok Etme - Bir Parçalanma
İki bölüm, Telgraf birincisi. Franz-Josef Murau'nun yazdığını söyleyen anlatıcıyı metin sonlanırken göreceğiz, onun dışında Murau'nun düşüncelerinden, insanlarından ve nefretinden kaçamayacağız. Murau'nun her şeyi yazmaya ne zaman karar verdiğini sayısız dönüşten birinde, geçmişe açılan kapılarda göreceğiz. Murau, Roma'da Alman edebiyatı dersi verdiği Gambetti'ye anlattıklarının yanında -ki bunlar metnin çoğunu oluşturur- okunması için birkaç kitap öneriyor ve Bernhard'ın Amras'ı bunlardan biri, onu da göreceğiz ve bu metinle taşıdığı paralellikleri görmeyeceğiz, ikisini de okumuşsak göreceğiz ama bize kalacak, her şey ortaya dökülmeyecek çünkü her şey doğru olmayacak, biçimlenirken çoğu şey bozulacak, yitecek, ortadan kalkacak, hiç yazmamaya, yaratmamaya götürecek bu, ne olursa olsun yazacağız, yazmamız gerekecek, yazarın yalanları açığa çıkacak ve aralarından doğrular çıkacak, yazar ortadan kalkar kalkmaz doğru olmayan şeyler de kaybolacak ve geriye bir tek sözcükler kalacak, gerçeği anlatan sözcükler. Murau bu sözcüklerin peşinden koşmak zorunda kalacak çünkü henüz döndüğü Wolfsegg'den gelen telgraf onu fotoğraflara yönlendirecek, ailesinin fotoğraflarına bakacak ve telgrafta yazanlarla fotoğrafları eşlemeye çalışacak, her şey geri gelecek, unutulan ve hatırlanmaması için üzerine yeni kentler, yeni insanlar konan eskiler sudaki pislikler gibi belirecek. Anne, baba ve Johannes kazada öldü, Caecilia ve Amalia'dan gelen telgrafta bu yazıyor, üç gün önce yaşayan insanlar bir anda dünyadan silindi, ölü bedenleri Wolfsegg'deki evde yatıyor, annenin kafası kopmuş ve Johannes'in kardeş yüzü tanınmayacak hale gelmiş, baba zaten ölüden farksız olduğu için değişen bir şey yokmuş, Murau ikinci bölümde cenaze için evine döndüğü zaman gazeteleri okuyacak ve böylesi trajedileri gayet soğukkanlılıkla yazanların alçaklığına inanamayacak, toplumun alçaklığının yanında gazetelerinki çok doğal gelecek. Parçalanmış kafalar, ölü bedenler olduğu gibi ilk sayfada, sanki teşhir ediliyormuş gibi, Jaguar'ın koltukları kan içinde, Johannes'in kokuşmuş aileye uyum sağlamasının tek istisnası olan hızlı şoförlüğü sonlarını getirmeden önce o araç büyük bir mutlulukla alınmıştı ama mezara dönüştü. Johannes'in ve babanın miyopluğu sonlarını getirdi, babanın sonu miyopluğundan çok önce gelmişti ama yine de yaşıyordu, o rezilliğin içinde değişti, annenin etkisi onu çürüttü ve olmadığı bir adam haline geldi. Bunları düşündü Murau, fotoğraflara bakıyordu, Almancanın konuşmak için çok kaba bir dil olduğunu ve Gambetti'yi düşünüyordu, dil yüzünden sınırlanması diğer her şeyi çürütüyordu, hiç kaçış yoktu ki dili koca bir uygarlığı kendisiyle birlikte yok edecekti. Gambetti'yi düşünmesi öğretmenliği üzerindendi, öğretmenlerini hiç sevmezdi çünkü yazısı dağınık, derslere ilgisi azdı ama parlak bir ruh vardı onda, başka şeylere odaklı, duyarlı bir ruh. Öğretmenler bunu anlamadı çünkü yontmak istenen çocuklarda bu ruh en büyük tehlikedir, bu ruh toplum için de en büyük tehlikedir, birliği bozar ve savaşır, karşı koyar, küçük düşürür. Johannes'in notları hep iyiydi, o ayak uydurmuştu, ne yapması gerektiğini biliyordu ve kokuşmuşluğu küçük yaşlardan itibaren kabul etmişti. Yirmi yıl önce onlardan ayrılan Murau özgürlüğünü kazanmıştı ve bu sorumsuzluk olarak algılanan özgürlüğü, kendini beğenmişlik olarak görülen bağımsızlığı Johannes'in nefretine yol açmıştı. Johannes uzaklaşmamıştı oradan, uzaklaşmak istememişti belki, çoktan uyum göstermişti, çoktan onların bir parçası olduğunu kabul etmiş, diğer herkes gibi Murau'ya kötü davranarak onlardan biri olduğunu kanıtlamıştı. Ailesi Murau'yu sevmiyordu çünkü annesi onu sevmiyordu, annesi köylü bir kadındı ve babanın aklını çeldikten sonra zevksizliğiyle adamı zehirledi, evin her yerinden zevksizlik taşar oldu. Eşyalar korkunçtu ve daha da önemlisi perdeler açılmıyordu. Perdeler hep kapalıydı, ev nemliydi ve sürekli hastalıkla dolu bir yaşam egemendi oraya, iki kız kardeş hastaydı, Murau hastaydı. Anne çocuk istemiyordu ama baba istiyordu, soyun devamı lazımdı, bu yüzden Johannes oldu ve ardından Murau. Murau istenmeyen çocuktu, annesi istememişti ama aldıramadı, kızları da öyle. Hepsi Murau'nun canından bezdirdi. Johannes kasıtlı olarak kötülük yaptığında suçu hep Murau'ya atıyordu, kız kardeşler onunla uğraşıyordu, annesi ve babası onu hiç dinlemiyordu, yalancı olduğunu düşünüyorlardı. Sartre okumak için kütüphaneye kapanıp akşam yemeğini kaçırınca o vakte kadar ne yaptığını anlattı Murau, inanmadılar, yıllar sonra Roma'ya gelen ve hikâyeyi dinleyen anne yine inanmadı, Sartre'ın uydurmasyon bir şey olduğunu sanıyordu ama önemli olan bu değildi, Murau da değildi, Spadolini'ydi, Murau'nın cenaze konuşması sırasında sevimliliğin altına çok iyi gizlenen ikiyüzlülüğü görünce nefret edene kadar çok sevdiği, Vatikan'da görevli bir bilge olan Spadolini'yle annenin yıllardır süren gizli bir ilişkisi vardı ve anne sırf Spadolini'yle görüşmek üzere Roma'ya geliyordu. Ailenin geri kalanının -baba dahil- bundan haberi vardı ama hiçbir şey söylenmedi, bir sır olarak korundu. Çürütücü sır. Aile yapısı her şeye karşın korunmalıydı, çürüme pahasına. Bunların ortasında kaldı Murau ve önce Oxford'a, sonra birçok yere kaçtı. Roma'da gazetelere yazılar yazıyor, Spadolini'nin bulduğu -Roma'ya gitmesini de o önermişti- öğrenciye, Gambetti'ye özel ders veriyor ve aldığı telgrafı okuduktan sonra fotoğraflara bakıyor, fotoğrafı icat edene yediği naneden ötürü kin kusuyor ki anları kaydetmek nasıl da yaşanmayan bir şey kokar, o kadar sahtedir ki hiçbir sözcük onu daha da sahteleştiremez veya biraz olsun gerçek kılamaz, yalanın cisimleşmişidir fotoğraf, yüzlerden okunan bu. Hiçbirinin yüzü böyle değil; annenin, babanın, Johannes'in ve kız kardeşlerin. Buradaki yüzler rezillikleri hakkında hiçbir şey söylemiyor. Georg Amca'nın iyiliklerini de söylemiyorlar, Georg Amca aralarında yok, fotoğrafı yanda yaşınacak biri değil Georg Amca, o bu nesiller boyu varlığını sürdürmüş, Wolfsegg'de köklenmiş rezil ailenin paçayı kurtaran nadir insanlarından. Cannes'a taşındıktan sonra tamamen özgür, Wolfsegg'e yaptığı ziyaretlerde istenmediği rahatlıkla anlaşılan amcanın söyledikleri de biçimlendiriyor Murau'yu; babanın dönüşümü, annenin çürütücü doğası, insanların... Georg Amca öldü ve Murau'yu bir başına bıraktı. Dostoyevski ve Bakunin kaldı arkada, evdeki onca kilitli kitaplığın içinde binlerce kitap vardı ama Murau'ya izin yoktu, kimseye izin yoktu, o kitaplar okunmak için değil, sadece güç gösterisi içindi. Kitap okumak büyük küstahlıktı ailede, kimse kitap okuyup gelişmemeliydi. Hayvancılık ve tarım, bahçıvanlar ve avcılar, dünya bu kadardı. Murau bahçıvanları çok severdi, onlarla konuşup derdini anlatırdı ama avcılardan nefret ederdi. Avcılar yıkımdı, hem kendilerini hem de doğayı yok ediyorlardı. Babası iyi bir avcıydı, Rusya'ya gidip avlanmışlığı ve dindarlığıyla çocukların ruhlarını söndürmeye çalışmışlığı vardı. Katolikti, Nazi yanlısıydı, savaş sırasında eşiyle birlikte sempatizanlık yaptı ve evlerinde pek çok rütbeliyi ağırladı. Cenazesine bunlar geldi, bu yaşlı kasaplar, yaptıkları onca barbarlığa rağmen devlet onları maaşa bağlamıştı, çürümenin diğer yüzü. Georg Amca dört yaşındayken buradan kaçmak istemişti ve aşağıdaki köye inip Wolfsegg'den nasıl çıkabileceğini sormuştu, daha o yaşında. Kimliği orada oluşsun istemiyordu, sonrasında bütün kimliklerden nefret etti. Üniversite profesörlerinden nefret etti ve bunu Baudrillard'ın üslubunda yaptı, okulların Freud işi travmalarla dolu yerler olduğunu söyledi, saygı duyulası düşünsel bir zenginlik için ödipal kompleksin şart olmadığını söyledi, işlerini, yaşadıkları yerleri, unvanlarını kimlik gibi taşıyıp insanların gözüne sokan insanlardan nefret ettiğini söyledi. Murau, amcasının yardımıyla biçimlendi ama bunun yanlış olabileceğini düşündü Georg Amca, belki de hiç konuşmamalılardı. Mümkün değil, Murau da onun gibiydi. Caecilia, yaşlı halasının kandırmacasıyla şarap şişesi mantarı fabrikatörüyle evlendiği sırada, telgrafın gelmesinden üç gün önce ve amcanın ölümünden yıllar sonra, annenin korkunç öfkesini gören, diğerlerinin sahte neşesini gören Murau bir kez daha oradan gitmek istemişti, amcası gibi ama üç gün sonra tekrar oraya dönmek zorunda kalacağını bilmiyordu, fotoğraflara bakarak kendisini hazırlamıştı.
İkinci bölüm, Vasiyet. Diplomalarını alan insanlar sanki gelişmeleri o noktada kalmış gibi davranıyorlar, başka hiçbir şeyle ilgilenmiyorlar, kendilerinin tamam olduklarını sanıyorlar. "Georg Amcam sık sık, ne zaman Avusturya'ya gitsem trende otururken yalnızca profesörler ve doktora unvanlılar oturuyor vagonda sanırım, insanlar değil, caddelerde diploma sürüleri yürüyor sanki, genç insanlar değil, yaşlılar değil, yalnızca müsteşarlar, derdi." (s. 53) Köylüler böyle değil, onlar oldukları gibi kalsalar da doğa onları kendine benzetiyor. Yumuşak, sert, zaman ne verirse, olduğu gibi. Murau dört yaşına kadar köyden başka bir dünya bilmedi, şehrin sokaklarından en korkmayacağı zamanda korktu ve insanlarını tanıması gereken yaştan çok sonra tanıdı. Diploma suratlar. Unvan kafalar. Öğretmenler ve hâkimler, toplumun iki çukuru. Onlarca parlak zihnin üzerinde kontrol kuran vasatlık. Vatanları için çalıştıklarını söyleyen bencillik abideleri. Fotoğraflarda bu yüzler vardı, şimdi köye yolculuğa çıkar çıkmaz Murau'nun düşündükleri yine bunlar. Kaçıklık, bunlardan kurtulmak için amcasının önerdiği. Kırk yaşın kaçıklığı, sosyalist görünümlü faşizme, din görünümlü beyin yıkamaya isyan. "Yalnızca en zor çabayı değil, en büyük çabayı gerektirir onlardan kurtulmak, onların acımasızlığının karşısına kendi acımasızlığını koymak." (s. 88) Kafka'yı anar Murau, Kafka bu deliliği, kaçıklığı ve öfkeyi Kafka'da bulur. Yutar gibi okur Kafka'yı, ona dönüşür gibi öfkelenir ve kendisiyle birlikte kendisini oluşturanları parçalamaya başlar. Yazarlığını parçalar, yazarları ve metinleri parçalar. Bütün yazarlar yalancıdır ve yazdıkları yalandan başka bir şey değildir. Düşünce yazıya geçtiği an değişir, bile bile yazmak bir yalanı yaratmaktır. Murau kendini de parçalar dedim, yazarlığını da parçalar, kendisini oluşturan parçalardan nefret eder, cenaze töreninden, Spadolini'nin son konuşmasından, ailesinden ve Wolfsegg'den. Bu sebeple doğup büyüdüğü çiftliği bağışlar, 1983'te Roma'da öldüğünü öğreniriz ve anlatıcı tek cümleliğine değişir, aktarıcı olarak beliren ilki son söz söyler.
İkinci bölüm, Vasiyet. Diplomalarını alan insanlar sanki gelişmeleri o noktada kalmış gibi davranıyorlar, başka hiçbir şeyle ilgilenmiyorlar, kendilerinin tamam olduklarını sanıyorlar. "Georg Amcam sık sık, ne zaman Avusturya'ya gitsem trende otururken yalnızca profesörler ve doktora unvanlılar oturuyor vagonda sanırım, insanlar değil, caddelerde diploma sürüleri yürüyor sanki, genç insanlar değil, yaşlılar değil, yalnızca müsteşarlar, derdi." (s. 53) Köylüler böyle değil, onlar oldukları gibi kalsalar da doğa onları kendine benzetiyor. Yumuşak, sert, zaman ne verirse, olduğu gibi. Murau dört yaşına kadar köyden başka bir dünya bilmedi, şehrin sokaklarından en korkmayacağı zamanda korktu ve insanlarını tanıması gereken yaştan çok sonra tanıdı. Diploma suratlar. Unvan kafalar. Öğretmenler ve hâkimler, toplumun iki çukuru. Onlarca parlak zihnin üzerinde kontrol kuran vasatlık. Vatanları için çalıştıklarını söyleyen bencillik abideleri. Fotoğraflarda bu yüzler vardı, şimdi köye yolculuğa çıkar çıkmaz Murau'nun düşündükleri yine bunlar. Kaçıklık, bunlardan kurtulmak için amcasının önerdiği. Kırk yaşın kaçıklığı, sosyalist görünümlü faşizme, din görünümlü beyin yıkamaya isyan. "Yalnızca en zor çabayı değil, en büyük çabayı gerektirir onlardan kurtulmak, onların acımasızlığının karşısına kendi acımasızlığını koymak." (s. 88) Kafka'yı anar Murau, Kafka bu deliliği, kaçıklığı ve öfkeyi Kafka'da bulur. Yutar gibi okur Kafka'yı, ona dönüşür gibi öfkelenir ve kendisiyle birlikte kendisini oluşturanları parçalamaya başlar. Yazarlığını parçalar, yazarları ve metinleri parçalar. Bütün yazarlar yalancıdır ve yazdıkları yalandan başka bir şey değildir. Düşünce yazıya geçtiği an değişir, bile bile yazmak bir yalanı yaratmaktır. Murau kendini de parçalar dedim, yazarlığını da parçalar, kendisini oluşturan parçalardan nefret eder, cenaze töreninden, Spadolini'nin son konuşmasından, ailesinden ve Wolfsegg'den. Bu sebeple doğup büyüdüğü çiftliği bağışlar, 1983'te Roma'da öldüğünü öğreniriz ve anlatıcı tek cümleliğine değişir, aktarıcı olarak beliren ilki son söz söyler.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder