23 Aralık 2017 Cumartesi

Karin Karakaşlı - Başka Dillerin Şarkısı

Başka dillerin şarkısı kendi dilimizi de taşır, insani bir dil. Vokal melodisi, şarkının kendi ezgisi derken yürür gideriz. Şarkılar bir yerlere çeker, gitmeye zorlar. Karakaşlı bizi nereye götürüyor, vapur yolculuklarına. Vapurların konuştuğu, direklere isimlerin kazındığı ve yıllar sonra isimlerin okunduğu ama kayıp zamanın izinin doğrudan bulunamadığı, karakterlere bölünerek anlatıldığı, farklı acılardan geçilerek anlatıldığı.

İki bölümden biri, Büyüyünce Ne Olacaksın 1991-1995 aralığında yazılmış öykülerden oluşuyor, okul yolculuğunda Ses ve Söz arasındaki arkadaşlık ve daha fazlası. Sis de ortaya çıkıyor ama sonra. Biliyorum; çocukların neler yaptıkları, düşündükleri, konuştukları gözümün önünde. Haftanın iki günü, sabahın köründe ve öğleden sonra vapurlarında izlerim. Onlardan biri değilim, öğretmenleriyim ama bir öğretmen gibi değil, insan gibi izliyorum. Yaşıyorlar. Acı çekiyorlar, mutlu oluyorlar, ailelerinden konuşuyorlar, kendilerinden konuşuyorlar. Kitabımı kapıyorum bazen, kulak misafirliğini geçip kendimi evlerinin salonlarına zorla sokuyorum. O kadar tanıdığım şeylerdi ki yabancılaşmak istedim ve Karakaşlı'nın sözcükleri ve imledikleri sağ olsun, bambaşka bir hikâyeye dahil olabildim. Öykülerin epigrafları da başka odaları aydınlattı, koridora düşen ışıklardan yol bulundu, bu dalgakırandan sonra karşı yakanın ışıkları göründü, Üsküdar tarafında sıkıntıdan başka bir şey yoktu, dar sokakların döküldüğü yokuşlarda yeni bir şey kurulamazdı, öyküler bunları da taşıyordu.

Hangi öyküyü kimin anlattığını ayırt edemiyorum, hepsini birbirine bulayacağım. Ses'in tokasıyla üç ad yazdığı direk, Haydarpaşa açıklarındaki lodos ve birbirini tanımaya çalışan, ayrıldıktan yıllar sonra bile tanımaya çalışan üç insan. Eylülde çalıntı yaz günleri -diyor Karakaş, çalıntı yaz günleri, bunu aklıma kazıdım- ve kışın sisli belirsizliği, Sis'in ortaya çıkması, yaşamın çoğu ansız belirişi ve kayıtlarının tutulması. Daha fazla yitmemeleri için bazı şeylerin kaydını tutmak, geçmişin imgesel suyunda bir araya gelmiş üçlü. Vapur da izliyor bir yandan, üçünü yakalıyor ve benzerleri arasından ayırıyor. Direğine yazılan isimleri hemen eşleştiremiyordur yüzlerle, duymuyorsa eğer. Ertesi yıl kızla oğlan biniyor vapura, birbirlerini görmüyorlar, oğlan üç isimden birini, diğeri okşuyor. "Her yerime ayrı ayrı baktılar, gördükleri bugünüm değildi." (s. 21) Adı da iyi vapurun, KALMAZ. Hatta tam olarak şu: KALMAZ - İSTANBUL. Eh, liseden sonra pek bir şey kalmaz, kalsa da aynı olmuyor, bilinen şeyleri söylemek istemediğim için devam. Fotoğraflara bakıyorlar, birbirlerini üzdüklerini kabulleniyorlar. İncindikleri yerden çiçek veriyorlar, yorularak. Birbirlerinin olmuşlar, öylesi. Biri çok tahammülsüz, aynı ölçüde yorucu. Sis sanırım, erkek. Başkalarının uyduklarına uymayacağını söylüyor, yalnız adam olarak varlığını sürdürecek. Ionesco'yu da yazmalıyım bir ara, Sis'i ondaki yalnıza çok benzettim. Aynayı kırıyor Sis, kendini bir başka yerde görmek zayıflığını ortaya serdiği için, kendini hiçbir zaman pırıl pırıl yapamayacağı için, insanların kirlerinden arınamayacağı için. Niye hep aynı dizelere dönüyorum? "beni şarkılarla türkülerle aşkla donatın / pırıl pırıl yara almaz olsun bedenimin her yeri" Eller de karışıyor hikâyeye, zamanı biçimlemeyi öğrenememiş, biri, ellerin yelkovanlığında, belki akrepliğinde, yıllığında tabii, hatırlıyor. Söz'müş, öyle söylüyor. Rüyada ellerin sıcaklığını hatırlıyor. Ellerin sıcaklığı unutulur, unuttuğum sıcaklar var. Unutmadıklarım da. Yeldeğirmeni'nin sokaklarında. Rıhtım'a inen yokuşlardan vapurları görüyorduk ve sanırım öykülerdeki Z'yi de gördüm, nokta yerine Z'yi kullandığını düşünüyorum Karakaşlı'nın. Yine vapurlar görebiliyor ama pek kimse de görmüyor sanırım. Z, kendisini görenleri denize atıyor. Anı inşasında Z'nin attıkları, üçünün arasındaki boşlukları dolduruyor, üçü de farklı anıları inşa ediyorlar ve birbirlerini çoğaltıyorlar. Mektuplarla bile, yıllardan sonra. Akerfeldt, öyküleri okurken, vapurda, kulağıma bir şeyler fısıldıyor:

"There is no help in the wake of our needs
There is no help to dispel the pain
There is no help yet some cling to a phantom
There is no help, only circles on the water

Only circles on the water"

Çok Az Pek Fazla. 1996-1998 arasında yazılmış öyküler.

Vardığım: Yaşamın yol metaforu. Yabancı memleketler, farklı diller ve birbirini teğet geçen, dokundukları yerde birbirlerini besleyemeyen insanlar. Yabancı dilde olduğu gibi kendi dilinde de anlaşamamak, insanın anlaşım problemi. Sözcüklerle değil de gülüşlerle anlaşabilmek, ancak. Eski arkadaşlarla araya giren zaman da bir başka iletişememe sıkıntısına yol açtığından. "Paylaşılamayan bugünler yüzünden hiç olmadığı kadar sıcak olarak anımsanmaya muhtaç olunan bir yalan-geçmiş yaratma oyunuydu bu, şu bildik eski çaresizlik." (s. 58)

Çöpkadın: Naif ve görkemli bir çöküşün öyküsüdür. Kumru Hanım, aşık olduğu adam ve ablasının münasebeti, kaldırılamaz yükler ve çöplükte biten bir travma. İyileşme bir sonuç olarak ortaya çıkmasaydı öykünün yarım kaldığını düşünebilirdim. Bir de başka bir öyküde çöpteki kadın ortaya çıkmasaydı. Öyküler arasında böyle geçişler var, üç tanesi zaten belli bir olayın üç karakter üzerinden çeşitlenmesinden doğuyor.

Öğleden Önce Öğleden Sonra: Linklater filmleri gibi bir öykü. Masaya oturan bir yabancının kendisini anlatmaya başlamasıyla doğan bir aşinalık duygusu. Onu hiç öylesi tanımamışsınızdır, yıllardır tanıyor olsanız bile. Kimliğini gösterir, fotoğraftaki kendisi olsa bile bir başkasıdır, geçmiş zamanların yüksüzlüğünü taşır. Kendisi tarafından ihanete uğramamıştır, uğrasa kendini dökemeyebilirdi. Öğle zamanı insanlarını anlatır, masasına oturduğu da onlar gibidir, kendi gibi. Geldiği gibi kaybolur ama bir şey, bir sözü...


Ah!

Karakaşlı'nın inceliğini, duygulara karşılık olarak düşürdüğü imgelerini pek sevdim, pek çok sevdim, özellikle takip edeceğim yerli öykücülerden biri Karakaşlı. Tanıştığıma pek memnun oldum.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder