Gezintileri -yaşamlar, kitaplar ve filozoflar arasındaki- bir elden vereceğim, boca edeceğim buraya. Kierkegaard misal, umutsuzluk zamanlarının filozofu ve aralarına aldıkları üçüncü kafadar. Lazım, W. kanatları altına aldığı Lars'ı tekrar tekrar vururken umutsuzluğun felsefesini yapabilir. Lars her şeyi kendisiyle özdeşleştiriyormuş, W. öyle diyor, her şeyi aşırı yorumluyormuş ve Hegel'in kendisini anlattığını, Hume'un aha, tıpkı kendisi gibi olduğunu söylüyormuş, deli bir pathosla okuyormuş ve yazıyormuş, yazdıklarından birini gören W. hemen ortaya çıkmış ve bu sefil yazıyı, gudubetliği, akademi tapınağını kirleten bu cüzamlıyı korumaya almış. Daha güzel yanlışlar için. Yanlışların doğduğu yer evmiş, Lars'ın evi. Gitmişler, rutubetliymiş, çürümenin kokusu her yerden saldırıya geçiyormuş, rutubetin Lars'ın biçimini oluşturan şeklini Solaris'teki bilim insanları incelemeliymiş, rutubeti Lars'tan daha zekiymiş. Lovecraftvari, kozmik bir dehşet evin odalarından birinde olabilirmiş, başka boyutlardan açılan kapılar kara tanrıları bu dünyaya fırlatabilirmiş. Bunlar rutubetli bir evden, ucube bir yaşamdan nasıl doğarmış? Böyle.
Devletin felsefeyle bir derdi kalmamış çünkü felsefe metaya dönüştürülüp satılabilir hale getirilmiş. 80'li yılların korku devleti pazarlamacılığının başarısı ölçüsünde durulmuş, cebi dolunca üniversiteleri dükkan olarak görmenin dışında pek bir şey yapmamış. W. kinik düşünürler bekliyor ama onların doğacağı kamusal alanlar da satılmış, kapitalizmin yüzü yokmuş da tükürülse kimseye şükür edemezmiş. Cebindeki tomarlar yetermiş, herkes satın alınabilirmiş. Bu iki keko hariç. Kafein teorilerini anlatırken biri, diğeri onu susturmaya çalışıp daha akademik konulara girmeye çalışıyormuş ama kafeinden daha akademiği yokmuş. Lars'ın aptallıkları bu minvalde sürüyormuş, yüksek sesle konuşup insanları ürkütüyormuş, alçak sesle konuşup onları uyutuyormuş, ikincil yorumlara bel bağlıyormuş, okumaları Vikinglerin talanı gibiymiş, budalalığı yüzünden iki numaralı kekoyu zor durumda bırakıyormuş ama aslında var olmasını da sağlıyormuş, bu ne yaman çelişkiymiş! "Başarısızlığı için, düşünememesi için canlı bir bahaneymişim ben." (s. 40) Önemsiz hayatlar yaşanıyormuş, hamamböceklerininki gibi. W. kadere inanabilmek için elinden gelen her şeyi verebileceğini söylüyor ama buna inanamayacak kadar televizyon izlemiş, halüsine edilmiş. Mutsuzluğun Hz. Musa'ya açtığı ilahi yolu bekliyorlar. Çok beklerler! Hz. Musa'nın yanında minimum kırk kişi ve iki ekskavatör vardı, bunu bilmiyorlar.
Kapitalizme ayak uyduranların cennetinde diğerlerine intihar, mutsuzluk, haplar, mastürbasyon ve depresyonlar kalıyor. Ruhlar ambalajlara sokulup reklamları yapılıyor, ikinci gruptakiler yerlerse satın alıyorlar ve aldıkları şeyle gördükleri şey birbirini tutmuyor. O zaman bir kıyamet için mütevazı bir dua okunuyor. Başka bir yerde yazmıştım, şöyle koca bir meteor görsem havada, "Nihayet!" diye bağırırım çünkü bu adamların umutsuzluklarını okurken hatırladım da, ben çok sıkıldım. Bir şey olmasını bekliyorum veya o şeyle karşılaşmak için bir şeyler yapıyorum. Zaman içinde azalarak bitecek olanın tersi yok mu, bence var, onu arıyorum. Ters yöne koşarak Dünya'nın dönüş hızını azaltmaya çalışıyorum, tamam? Başka türlü nasıl yapacağımı bilmiyorum. Yapamadığım yerde de durmuyorum. Goş Allah goş Forest.
Sıkıldım bunlardan da ama meseleleri hoşuma gitti, sürdürüyorum. Konferanslardan birinde bir konuşmacıyı da alıp bara gidiyorlar. Kierkegaard'ı, Marx'ı, ikisini birleştirme çabalarını, akıllarındaki her türlü çeri çöpü anlatıyorlar. Konuşmacı patlayacak gibi oluyor ve içip içmediklerini soruyor. O her gece içiyormuş, normalde de pek konuşmuyormuş. İçmişler ve felsefe dünyanın her yerine dağılmış. Böyleymiş bu işler, alkol aklın en iyi dağıtımcısıymış ve vapur iskelelerine yakın büfelere bile hizmeti varmış. Alkolün olmadığı zamanlarda Kafka varmış Lars için, Şato aklını kaçırmasına neden olmuş. Oysa yeri belli, büfeler. Bir yerde kaybolan başka bir yerde bulunur, elden eledir bunlar. Acı çekmek şeylerin hiçliğini ifşa etmiş, mekan uzamın bir parçası olmaktan çıkıp meydanı öbürüne bırakmış, Lars'a ne olmuş? İyi, selamı var. Nehirde şu an, Thames'te yüzüyor ve adını vermeden Herakleitos'u anıyor. Nehir onun için yaşam anlamına gelmiyor, o bağ kopalı çok olmuş. Ağzında bok tadı... Deleuze zor ve felsefe kolaylaştırılmamalı, kopan bağların bir daha kurulmaması gerektiği gibi.
Doğanın mesihliğini istiyorlar, ağaçlardan gelecek bir söz. Felsefenin sorduğu soruların ve Her Şeyin Sorusu'nun yegane cevabı. Toprağın ağaçların kulağına cevabı fısıldadığı söylenir ama ağaçlar bunu yanlış anlayıp yaprak çıkarmışlardır, toprağın kendilerinden bunu istediğini düşünmüşler. Şöyle bir yapraklara bakın, dilleri olsa o cevabı verecekler gibi gelmez mi size de? Bana gelir ve bu hiçbir işime yaramaz, sıkıntımı ç(o/a)ğ(a/ı)ltır. Şu ayakkabılarıma bir bakıyorum, ellerime bakıyorum, sonra imgelerin korkunç uğultusunu duymamaya çalışıyorum. Ağlıyorum ulan, can sıkıntısından ve elimde biriken işe yaramazlıktan. "Defolmaz mıydınız?" diye soruyorum, işin kötüsü gidiyorlar da! Hepten bir başıma... Ben bu işi beceremiyorum, beceremeyeceğim, benim ortadan kalkmam lazım.
Aptal heriflerin söyledikleriyle kendi sıkıntımdan kurtuluyorum, rastgele çevirdiğim bir sayfada denk geldiğim: "'Umutsuzluğumuzun bilincinde olmak zorundayız, hepimizin umutsuzluğumuzun hem nesnesi hem de öznesi olduğumuzun bilincine varmalıyız.'" (s. 83)
Kolektif bir ara depoyu boşaltmak amacıyla çok uyguna sattı bunları ama şimdi o kadar ucuza bulunur mu, bilmem. Bulursanız alın ve bu iki şapşik feylesofun karanlığında boğulun. Bir de kendinize yeni bir ruh alın, bu heba ettiğiniz bir işe yaramaz artık.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder