Paris'in altı kat kat mezarlıkla, üstü de mezarlarını sırtlarında taşıyanlarla dolu. Radyo dalgalarının izini ilk salınımdan itibaren izleyebiliriz, birkaç ışık yılı uzağa kadar. Yaşayanların izini de toprağın derinliklerine kadar, belirli bir noktaya ulaşıncaya dek izleriz. Sonrasında boşluğun uğultusu. Jach, bu uğultuya kadarki süreci inceliyor. Dünyanın uğultusunu. Modern şehirlerden barbarlara yolculuk. Aslında barbarlardan barbarlara; kentleşme sürecinde mezarlıkların ve kutsal sayılan bölgelerin etrafında oluşan meskenler su kaynaklarıyla birleşti, böylece felsefenin ve sair uğraşın doğduğu alanlar ortaya çıktı, barbarlıktan medeniyete ölülerin ve evrensen çözücünün omuzlarında ulaşıldı. Birileri bu düzeye daha önce geldikleri için gelemeyenleri kendilerinden ayırdılar. Medeniyet, ikiliklere çok şey borçlu. Rémi Brague'ın Avrupa: Roma Yolu nam incelemesini öneririm, bu metinle paralel okunursa Romalılığın ve Avrupalılığın aynı şey olduğu görülebilir. Neyse, Jach anlatısını ikinci tekil şahıs üzerine kuruyor. "Siz" gidiyorsunuz, görüyorsunuz, anlatıcı gözlemliyor ve öznenin yaptıklarını sıralıyor. Yine bir ikilik; devini ve sabitlik.
Bölümlenmiş bir anlatı: Kütüphane, Metro, Kafe, Cadde, Mahzen-Mezar, Barbarlar, Romalılar, Varış, Ayrılış, Uyanış. Mahzen-Mezar'da muhtemelen uyuyakalan öznenin Roma döneminden kalan kemiklerle dolu mahzenlerde bir savaşın arifesine uyandığını görene kadar günümüzün sokaklarında geziniyoruz, uyanışlar birlikte Romalıların ve barbarların ağzından iki farklı cephenin birbirlerine dönüşme aşamalarına şahit oluyoruz.
Kütüphane'den başlayalım. Şehrin geçmişini arıyorsak kütüphaneye gideceğiz, bu iş için özel olarak kurulmuş bir kütüphane var. "Çağdaş Batı uygarlığı Romalıların ve barbarların kemikleri üzerine inşa edilmiş." (s. 11) Rémi Brague, Doğu-Batı ikiliği ve dinlerin çokluğu üzerinden de bölümlemeler yaratıyor ama mevzu bahis şehir. Notlar alıyoruz -anlatıcının sesine uyuyorum, her şeyi yaşayan biziz- ve geçmişin ağırlığı altında eziliyoruz, onca ölü bizi aşağı çekiyor, şehri taşıyanlar yaşayanları yüklükten azat etmeye çalışıyor ama mümkün değil, bunu Stendhal da söylemiş, tarihe karşı yeniklik duygusu. Şimdinin böyle olmasından sorumlu değiliz ama sorumluluk duygusundan kurtulamadığımız için şimdiyi kendimize yontuyoruz. Çıkışsızlık. Bir kafenin sandalyesine çöktük, tepemizde teknolojik tarihi görüyoruz; binlerce uydu, yörüngede dolanan kozmik çöpler. Yaşayan insan kendi tarihini göklere kuruyor, pislikle yazılmış bir tarih. Altmış sekiz nesil öncesinin insanlarının yaşadığı, Glanum denen bir yerin kalıntıları üzerinde duruyoruz, barbar istilaları sırasında terk edilmiş. Kemikler üst üste yığılı, çöpler yukarılarda yığılı, gökyüzündeki kurtuluşumuzu tersine bir toprağa gömmüşüz.
Metro. Yaşlı bir adam çıkıp burjuvalaşmış neslini, 1968'in ateşli gençlerini yerin dibine sokuyor, birkaç kuruş istiyor. Evsizler etrafta dolaşıyorlar, yemeklerini ve kaderlerini paylaşmak istiyorlar. Milyonlarca düşünce çarpışıyor, aralarına evsizlerinki de karışıyor ve hep beraber kirleniliyor. Düşüncelerin kokusu metroya sinmiş, ölü derinin ve çağların ötesinden gelen ruhların. Hiçbir deodorant, parfüm bu kokuyu gidermek için yeterli değil. İnsan yapımı bir koku değil bu, zaman yapımı. Afişler yapışkanlardan kurtulup yere düşüyor, milyonlarca insan yavaş yavaş dökülüyor ve yeni hücreleri doğuruyor, raylar eskiyor, modernizm ortadan kalkmaya doğru hızla ilerliyor. Çernobil'in beyaz ısısı ve ışığı çok şey söylüyor, "bu kadarı yeter" anlamında bir işaret. Dünya tarihine bir virgül. Barbarlık günümüzde birçok olaydan ve kimlikten oluşuyor.
İstasyonları sayıyoruz, yürüyoruz, binip iniyoruz. Kendi bokumuzda boğulacağımızdan korkan -biz de atalarımızın gözleriyiz- Augustus, Cloaca Maxima'yı onarıyor ve bok için bir kurtuluş yolu beliriyor. İnsan yerleşik bir canlı değilse de yerleşmiştir bir kere, bok öyle değil. Onun seyahat etmesi gerekiyor. Seyahati için yerleştirilen borular, kemik yığınlarının az üzerinden geçiyor. Lüks apartmanların altından geçiyor. Mızrak darbesiyle yere devrilmiş kralın son anını bekleyişinin altından geçiyor, yaşamın neliğini yürüyerek düşünen yalvacın ayaklarının altından geçiyor, gazap dolu tanrıyla müşfik tanrının ikiliğinin altından geçiyor, bütün bokların ulaştığı yere ulaşıyor. "Kim olduğumuzu ve buraya nasıl geldiğimizi unutmasak." (s. 34) Birilerinin bokları altımızdan geçiyor, bunu unutmasak yeterli. Yaratılış bulamacından doğan her şeyle birlikte, sonsuza bir akış. Bulamaçtan dinozorlarla birlikte sosyal güvenlik numaraları da doğuyor, insanın aklını kaçırası geliyor buna. Biz bir zamanlar bir numara değildik, B-52'lerden yağdırılan bombalarla çağlar öncesine yollanmak istedik ama yeterince yok edemediler, dünyanın derinlerine kazınmıştık. Şimdi oralarda bir yerdeyiz, debeleniyoruz ve bundan bir çıkış olup olmadığını düşünüyoruz. Her şey nasıl bu kadar karmaşıklaştı, her şey buraya nasıl ulaştı, bunları düşünüyoruz. "İnsanoğlunun anısını taşıyoruz." (s. 37)
Hitler'in Paris'e zarar vermeyeceği düşünüldü, kendisi böyle bir şeyi istemiyordu ama yıkmak istediği şehirler vardı, yıktı. Amerikalılar Alman şehirlerini yıktı, Dresden'da kavrulmadık çok az kişi kaldı -biri Kurt Vonnegut- ve olanları hatırlamak istemediler. Kaçı Hitler'e oy vermişti, bundan sorumlu olan kimlerdi? Diğerinin öfkesinden korkmamak için nasıl bir cinnet gerekir? Hitler'in Paris'i yok edip etmeyeceği kurmacaya açık, Paris'e döşenmiş bombalar konusunda Diplomatie adlı bir film çekildi, müthiş. Sağduyuya ulaşabiliyor insanlar, insan olduklarını hatırladıklarında. Karşılarındakilerin insan oldukları unutturulur ki kolaylıkla yok etsinler. Galyalılar bunun sonucunda yok edildi, pek çok barbar gibi. Japonları yok eden bombalarda Romalıların uzantısını görmek mümkün. "Romalıların savaş silahı sevgisi, atom bombasıyla ilahlaşıyor." (s. 52)
Şehrin onca katmanından sonra barbarlarla Romalıların birbirlerine dönüştükleri bölüm başlıyor, müthiş bir anlatı. Barbarlar yıllar süren kuşatma sonucunda yerleşik yaşama geçtiklerini fark ediyorlar, kuşatılan şehrin etrafına kendi şehirlerini kurmuşlar. İçerideyse barbarlaşma başlıyor, soylular birbirlerini öldürüp yiyecek kıtlığını komşularının ve akrabalarının depolarında kalanlarla gidermeye çalışıyor. Yapay bir ikiliğin sonucu yine bire ulaşıyor.
Jach, şehri ele alırken mitolojiden felsefeye, teknolojiden medeniyete pek çok konuda fikir yürütüyor, kurduğu bağlantılarla mekânı birçok açıdan üretiyor. Mutlaka okunması gereken bir metin, uğultuyu merak edenler için.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder