Ya bu orta karar hikâyeyi bırakıp dünkü Camel konserinden bahsetmek istiyor deli gönül ama yapamam. Yaparım be. Çok güzeldi arkadaşlar, Song Within a Song öldürdü, Ice süründürdü, Latimer'ın karşısında gözümden iki damla yaş geldi valla. Bugün kuş gibi gezdim, oradan oraya sektim, öğrencilerin yanaklarını sıktım, idarecilerime ne kadar şeker olduklarını söyledim, aklımda sürekli Long Goodbyes döndü durdu. Çok iyiydi çok. Rush'ı da gördükten sonra gönül rahatlığıyla ölebilirim artık.
Herkes ölmek istiyor ama neden ölmek istiyor, fragmanlar halindeki olaylardan sonra ortaya çıkıyor bu. Olay kurgusu kabaca ikiye ayrılmış; başta aileyi ve müşterileri tanıyoruz. Tuvache ailesinden Lucréce ve Mishima evli, evlatları Alan, Vincent ve Marilyn. İntihar etmiş meşhurların isimlerini taşıyorlar, intihara bir adım kadar yakınlar, böyle pesimist bir ailenin neden varlığını sürdürdüğünü, dükkân işlettiğini bilemiyoruz. Diyaloglarda intihara meyilli olduklarını görebiliyoruz ama intihar eden yok. Henüz. Bir önceki nesli de bilmiyoruz, çocuklarına müntehirlerin isimlerini veren anneyle babaya isimlerini ne amaçla koymuşlar, bu bir aile işi mi, neler oluyor, bunlar gizli. Gündelik yaşamlarıysa ortada; küçük bölümler halinde düzenlenmiş anlatının ilk bölümünde müşterinin depresyonunu azdıracak konuşmalar yapmanın öneminden bahsedilirken gelen bir müşterinin bebeğinin gülüp gülmediği tartışılıyor, sonra müşteri bir anda kendini asmak için bir ip istediğini söylüyor. Şaşırıyoruz ve okumayı sürdürüyoruz, nelerin döndüğü yavaş yavaş anlaşılıyor. Vincent, annesinin karnına dönmek istediğini söylüyor, Alan ailenin kara keçisi olarak sürekli hor görülüyor, Alan'ın güzzel bulduğu Marilyn ağlaya ağlaya uzaklaşıyor, delilerin arasında bir gözlemci olarak kaldığımızı hissediyoruz. Hemen her bölümde intiharın farklı bir yüzüyle karşılaşmak rutin haline geliyor; Kleopatra'nın kendini yılana sokturup ölmesi, Japon geleneklerine göre ölmek isteyen müşteriler, toptancıdan alınan ölüm malzemeleri ve dünyadaki ölüm istatistikleri, "Yaşamak Öldürür" tişörtleri, ölümün yüceltildiği sayısız enstantane. Dükkânı çalıştırmak için ölmediklerini söyleyen anneye göre aile iyi durumda, bir tek Alan her şeyi iyi tarafından alıyor. Lucréce'e göre utanılacak bir şey bu, dünya bu haldeyken her şeyi toz pembe görmek çok sinir bozucu oluyor. Dünyanın bu halliğini de ikinci bölümde öğreniyoruz; dışarıda sülfür yağmurları yağıyor ve nükleer serpintiler her şeyi yaratılışın ucube bir versiyonuna döndürüyor. Devlet adamları çaresiz, çoğu insan böyle bir dünyada yaşamak istemiyor. Dükkânın işleri açık.
Alan'ı soran bir müşteriye onun cezalı olduğunu söylüyor Lucréce, Alan okulda İsviçre'de yaşayanların intihar ettiğini söylemiş. Bernhard'ı aklın bir köşesinden çekip çıkarıyoruz ve devam ediyoruz, bu çocuğa çok yükleniyorlar. Mutluluk şarkıları söylerken kendisine yumruk sallanıyor, sürekli aşağılanıyor, korkunç bir ailede hayatta kalmaya çalışıyor evlat. Ailenin akıl sağlığının yerinde olmaması bir yana, çelişkileri de ayan beyan ortada. Cinsel hastalıkların bulaşmasıyla ölmek isteyenler için getirilen delik prezervatifin işe yarayıp yaramadığını görmek isteyen anneyle baba, ürünü deniyor. Çalıştığını görmüyorlar, Alan dünyaya böyle geliyor. Hastalıkları yoksa neden bunu denedikleri bir yana, hasta olmaları halinde öleceklerdi. İki çelişki birden. Başka bir mevzu, ölüm-kötülük ilişkisi. Alan hariç diğer çocuklar insanları iterek yürüyen insanlar, ölmek istemeleri yüzünden mi bu? Ölmek istemekle öküzlük arasındaki ilişki sağlam bir zemine oturmuyor kanımca.
İkinci bölüm. Marilyn "ölüm öpücüğü" yöntemiyle insanları öldürmeye başlıyor, dükkânın yeni kampanyası. İnsanlar Marilyn'le yatmak isteyince, "Pezevenk miyiz ulan biz?" diye gürleyen Lucréce pek eğlenceli. Neyse, yakınlardaki değirmencinin oğlunu öpmüyor Marilyn, çocuğa aşık olduğu ortaya çıkıyor ve dükkânın üzerindeki evde birlikte yaşamaya başlıyorlar. Yakınlarda Unutulmuş Dinler Sitesi var, bloklar İsa, Zeus, Osiris olarak adlandırılmış ve dışarıdaki manzarayı bu site oluşturuyor, umutsuzluğun kuleleri. Bu karanlığın orta yerinde cinselliğin detayları ortada, ilginç. Seks keyifli, göğüsler ve dudaklar, ayrıyetten tenasül organları -bu ikilemeyi kullanacağımı hiç düşünmezdim- ve başka şeyler ne kadar hoş, ne kadar yaşam dolu. Bu insanlar kurmacayı bozacak şekilde arada kalmışlar, edimleriyle düşünceleri birbirini dışlıyor ama her şey bir arada yürüyor. Cohle'un dediği gibi olmalıydı; üremeyi durdurup insanoğlunun dünyadan silinmesi için çabalamaları gerekiyordu.
Başlardaki absürt aile yapısı ortadan kayboluyor, karakterler kendilerini yaşama sürükleyen insanlar olarak ortaya çıkıyor bu kez. Hikâyeyi orta karar yapan bu. Alan, kardeşinin ve müşterilerinin güzelliklerini ispatlayarak onları hayatta tutmaya çalışıyor. Evden uzaklaşıp geri döndüğünde dükkânı yavaş yavaş değiştirmeye başlıyor, ölümün o kadar da iyi bir fikir olmadığını düşünmeye başlıyorlar. Televizyonda toplu intiharlarını milyonlara izletmek isteyen devlet adamlarının ölmek için soludukları gaz onları güldürüyor, deli gibi güldürüyor ve her şeyin saçmalığı ortaya çıkıyor. İntihar lüzumsuz, yaşamak da öyle, zaten daima ikisinin arasında bir yerdeyiz, ikisi de günün akışında aklımıza pek gelmiyor, o halde -miri malı çalarak söylüyorum- yaşamdan onu yaşamaktan başka bir şey beklememeliyiz. Bunu bile beklememeliyiz, her şey olduğu gibi olur. Bu noktaya getiriyor Alan herkesi, sonra ilginç bir final sahnesiyle karşılaşırız. Alan ölecekken son anda kurtarılır, düşmemek için annesinin tuttuğu sargı beziyle yukarı çekilir. Annesinin elini tutar nihayet, sonra elini bir anda bırakır. Güm! Kurban olarak görülebilir kendisi, vurucu bir sonla optimizmini kalıcı hale getirmek istemiş olabilir. Noktadır sonuçta, bir an öncesinde dükkânın krepçiye dönüştürüleceğini öğreniriz, sonrasında Alan ilk ürün olarak yerde yamyassı yatmaktadır. Güzel.
Animasyon filmi de varmış bunun, boş bir zamanda izlenebilir. Onun dışında ilginç bir metin olduğunu söyleyebilirim, fikir iyi ama kurgusu çok iyi değil. Yine de orijinal fikirler var bir yerlerde, onlar için okunabilir.
Camel muhteşemdi ya. Latimer rahatsızlığından ötürü şarkı söylemedi pek, onun yerine sololarıyla öldürdü. Never Let Go çaldılar bir de, direkt öldük zaten. Lady Fantasy zaten... Hymn To Her olsun, Unevensong olsun... Tüyler diken, tarihe tanıklık ettik ya.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder