Teşekkür bölümünden devam. 12 yıllık bir çalışmanın ürünüymüş bu kitap. Yeni Zelanda'dan Çin'e pek çok ülkenin üniversitesi yardım elini uzatmış yazara, liste dolup taşıyor. Robert Burton'a ve Cortázar'a özellikle teşekkür ediyor Báez, bu kitap onlara çok şey borçluymuş. Bir de ilk sayfadan son sayfaya kadar düzenli bir okuma önermiyor, "olası kitaplar antolojisi" olarak herhangi bir bölümünden başlanabileceğini söylüyor. Böyle de yapılabilir ama kronolojik ilerleyiş günümüze nispeten yakın olan kıyımları aydınlatabilir, bundan bin yıl önceki kıyımla yüz yıl önceki kıyım arasında kolonyal hareketlerin sebep olduğu kültür tahribatının izini sürmek meseleleri derinleştirip -belki- daha iyi bir kavrayış sağlıyor. Yine de tercih okurun. Ben baştan sona gittim, pişman değilim. İsteyen istediği gibi okusun. Bana ne canım. Sunuş bölümü yine Irak izlenimleriyle başlıyor, belleklerinin silindiğini söyleyen bir Ortaçağ tarihi profesörü yitip giden birikimin ardından ağlıyor. Korkunç bir acı. Benzer bir duyarlılık Báez'de de var, çocukken günlerini geçirdiği Venezuela'daki kütüphanenin bir taşkın sırasında sular altında kalması, kitapların okunamaz hale gelmesi hayatının en travmatik olaylarından biri. Bu olayın etkisiyle kitap kıyımlarını takıntı haline getirmiş olabileceğini söylüyor, sonrasında sürekli gittiği bir sahafın da çıkan yangınla kül olması bardağı taşıran son damla olabilir. Yitip gidenleri bulmak istiyor ve incelemesi için veri toplamaya başlıyor böylece. Kendinden yola çıkarak insanın yok etme duygularına da eğiliyor, işin mantığını anlayarak ilerlemenin daha sağlıklı olacağını düşünüyor. "Akılcı bir çağda yaşıyor olabiliriz ama düşünce ve bilim kılık değiştirmiş efsanelerdir." (s. 25) Yıkım da bu değiştirilen biçimlerin başlangıç noktalarında arketipsel olarak yer alıyor, bir toplumun inşasında ve diğerinin ortadan kaldırılmasında, düşmanın tehlikesiz hale getirilmesinde başat bir rol oynuyor. İlerleyen bölümlerde bunun Freudyen bir karşılığına daha rastlarız; kitapların baba figürüne denklenmesi ve babayı yenilgiye uğratma arzusu sonucu yıkımların doğduğu görüşü günümüze ışık tutabilir, gerilere doğru gittikçe psikolojinin dışına da çıkmamız gerekiyor. Romalılarda damnatio memoriae denen dalga, tarihten silinmesi gereken bir insanın/fikrin hemen hemen her yerden silinmesi anlamına geliyor. Kitaplar, heykeller, ne varsa. Kültürel birleştiriciliğiyle kitaplar çok tehlikeli, saldırılacak ilk nesne olarak, gayet kırılgan, öylece dururken yok etmesi kolay. Yok etme kültürüne baktığımızda cahil insanların en masum olanlar olduklarını söylüyor Báez, birikimli insanların sistemli bir şekilde kıyım başlatabileceklerini ve toplu cinnet sonucunda insanları birbirlerine kırdırabileceklerini söylüyor. Örnekleri ilerleyen bölümlerde var ama bir tanesini hemen söyleyeyim: Goebbels. Kendisi deli gibi okurmuş, neyi yaktırıp yaktırmayacağını iyi bilmiş. Heidegger'in de bu yakma işlerine alet olduğuna dair iddialar var ama yapılan bir röportajda yakma işlerine bulaşmadığını söylüyor. Gerçi kesin bir dille reddetmiyor söylenenleri, bana biraz kem küm ediyor gibi geldi ama bilemeyeceğim.
Çok başlık, çok yıkım var, belli başlılarını alacağım. Sadece kıyımların hikâyeleri yok, ilk alfabelerin, metinlerin ortaya çıkışlarının efsaneleri de var. Asurbanipal'in kütüphanesinin yerle bir edilmesiyle ilk kıyımlardan birine geliyoruz. Tabletlerin kırılması halinde tanrıların gazabına uğranacağına dair uyarılar fayda etmemiş, sayısız kayıt ortadan kaldırılmış. Sonrasında Persepolis'in yanışı var. Thais diye bir kadının Büyük İskender'i kışkırttığından bahsediliyor, körkütük sarhoş olan hükümdar kütüphanenin yakılması için emir vermiş ve böylece Zerdüştlerin kutsal kitabının da aralarında bulunduğu pek çok eser kül olmuş.
Antik Yunan. "En iyimser tahminlere göre bile antik dönem Yunan edebiyatı, felsefesi ve biliminin yüzde 75'i kaybolmuştur." (s. 55) Çok üzücü, bilimin antik konseptleri kaybolmasaydı dünyanın şimdiki hali ne olurdu acaba? MÖ 500-200 arasında Atina'da iki binden fazla tiyatro oyunu sahnelenmiş ama bize sadece kırk altısı kalmış, bu da üzücü. Kopya sektörünün de ortaya çıktığı zamanlarmış o zamanlar, yazıcılar zengin olabilirmiş kopyalayıp sattıkları eserlerle. O kadar kopyadan pek azı kalmış günümüze, Báez'in verdiği örnekler arasında "Platon'unkinden daha yaygın olarak okunan bir Devlet" var, Kıbrıslı Zenon tarafından yazılmış. İskenderiye Kütüphanesi'ne geliyoruz sonra. Kuruluş aşaması, Demetrios'un çabaları sayesinde. Kendisi Tevrat'ı Yunancaya çevirmek için de uğraşan bir bilgin. Kütüphanenin kuruluşundan sonra iktidar çatışmaları sonucunda çoğu yazma ortadan kaldırılıyor ama asıl mesele Hıristiyan-Müslüman kaynaklı kıyımda beliriyor. Henüz aydınlatılamamış bir meseleymiş bu, sanırım tahrif edilen bir tarih var. Romalılar iyi etmişler kütüphaneyi, sonra suçu Hz. Ömer'in yazdığı söylenen bir mektup üzerinden Müslümanlara atmışlar. Sanırım. Báez kabahati Müslümanlarda bulmuyor, gerekçelerini maddeler halinde sıralıyor ve son zamanlarda ortaya çıkan üç teoriyi kaynaklara dayandırarak anlatıyor. Birinci teoride suç Romalıların. İkincisi deprem kaynaklı. Üçüncüsü de ilgisizlik. İlgisizliğin pek çok boyutu var, kütüphanelerin yönetimini eline geçiren farklı dinlerden, milletlerden vs. insanlar kendilerini ilgilendirmeyen eserlerin yavaş yavaş yok olmasına izin vermişler, sadece yakılarak yok edilmemiş eserler.
Aristoteles'in kayıp kitapları, Çin'deki kıyımlar, II. Dünya Savaşı sırasında gerçekleşen kitap katliamları, bir dünya konu. Kitapseverlerin hoşuna gidecek. Aslında gitmeyecek. Bir de Can'a yakışmayacak kadar yazım hatası vardı, dikkat dağıtacak ölçüde. İlk kez Can'dan çıkan bir metinde bu kadar hatayla karşılaştım, rahatsız etti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder