Naipaul'un bir sözü var, birkaç metninden ibaret olduğuna dair. Otobiyografik öğeler baskın, Trinidad'ın sokaklarında geçen bir çocukluğun yansımalarını okumaya devam ediyoruz. Mistik Masör'de olduğu gibi yine bir çocuğun gözünden ama anlatıcı bir çocuk değil, yıllar sonra çocukluğuna bir yetişkinin penceresinden bakan, olgun bir anlatıcı. Böylece gerçekliğin çocuksu büyüsü devreden çıkıyor ve katı gerçeklerle karşılaşıyoruz ama o coğrafya öylesi bir renk bolluğu içeriyor ki karakterlerin davranışları, bir arada yaşamaya çalışan insanların kökenlerinin, dinlerinin, her türlü farklılıklarının ortaya çıkardığı karmaşa zaten sihirli bir dünya yaratmış oluyor, o yüzden büyülü bir gerçekliğin kökenini daha toplumsal bir temele dayandırmak gerek, en azından bu metin için. Naipaul gençliğinde İngiltere'ye gidip orada okuduğu, orada yaşamaya başlayıp metinlerini kaleme aldığı için geçmişine daha uzak, daha objektif bir pencereden bakabilmiş gibi geliyor bana, bu metin Trinidad'da yazılmış olsaydı bambaşka bir şey okuyor olabilirdik. Coğrafya üsluptur diyebiliriz. Dedim gitti. Kapağa da dikkat çekmek istiyorum, sokakta siyahi insanlar da yaşıyor ama yine bir Hint nüfusu ağırlığı var, gerçi bu ırksal meseleler kanıksanmış durumda, en azından kökeni bilinmeyen bir zamana dayanan çatışmaları, nefret eylemleri gerçekleşmiyor. Dedikodu fasıllarında siyahiler hakkında bazı kaba esprilere, eleştirilere denk gelebiliriz, hatta beyazların doğurganlıkları konusunda ipe sapa gelmez laflarla karşılaşabiliriz ama bu noktadan ileri gitmez ön veya olumsuz yargılar. Amerikalıların kendilerini sömürdüklerini bilirler, yine de iş verdikleri için beyazların etrafında dolaşırlar. Yoksulluk, sinmişlik öyle bir raddeye gelmiştir ki kendilerine sınıf atlatacağını düşündükleri her etkeni kabul ederler, onur ve erdem gibi kavramlar ikinci planda kalır. Zaten sokağın hafızası da yoktur pek; son bölümde anlatıcı okumak için İngiltere'ye gitmek üzere uçağını beklerken altı saatlik bir rötarın haberini alır, annesiyle birlikte sokağa döner ve çoktan unutulmuş olduğunu görür, önceki bölümlerde anlattığı karakterlerden hemen hiçbiri gidişinin farkında değil gibidir. Yaşadığı yerde her şeyin ne kadar geçici olduğunu anlar, toplumun hafızası hiç oluşmamış gibidir ki dinamik bir toplumun, gelip gideninin eksik olmadığı bir coğrafyanın doğal sürecinden bir parçadır bu. Bir sokak üzerinden bir devri, bir üçüncü dünya ülkesini ve insanlarını anlatmaktadır Naipaul, hemen her yönden.
Her bir bölümde bir karaktere yoğunlaşılıyor. Bu karakterler başka bölümlerde de ortaya çıkıyorlar, sokakta neyin kimle yaşanacağı hiç belli değil. Tipik bir anlatım kullanılmış, kronolojik seyirde ilerleyen olaylar karakterlerin yıkımlarını ve zaferlerini -daha çok yıkımlarını- anlatıyor. Her bir deneme yeni bir yenilgiye yol açıyor, sanki o adadan kurtulmanın bir yolu yok gibi. Bir tek anlatıcı çocuk yırtıyor, o da rüşvet yoluyla. Rüşvetin verildiği adam Ganeş, Mistik Masör'ün esas oğlanı. Çocuğu İngiltere'ye göndermek için belgeleri Ganeş toparlıyor, hayır duası ve iki yüz papel alıyor, yüz papeli anneye geri verip anlatıcı oğlan için üst baş almasını söylüyor falan. Ahlak felsefesine hiç giremeyeceğim, rüşvetten iyiliğin çıkma mevzusunu okur düşünsün, ben kendimce bir çıkarım yaptım. Kısaca şöyle, toplumda yozlaşma had safhada, son bölüme kadar anlatıcının annesinin pek bir olumsuz yönünü görmeyiz ama en sonda rüşvete karşı çıkanların rüşvet verecek gücü olmayanlar olduğunu haykırması, eh, bu bir fikir verir. Yukarıda bahsettiğim tartışmanın kaynağı olan Naipaul metnini henüz bilmiyorum, Naipaul Müslümanları kızdıracak bir şeyler yazmış olabilir ama bu noktada Hindular da benzer bir kızgınlığa sahipse, yazar geri kalmış bütün ülkelerde yaşanabilecek şeylerden bahsediyor aslında, ülkemizde her gün bir örneğini görebiliriz, başka bir şey yok. Herhangi bir saldırı yok, karakterlerin genelleyici bakış açıları yazara ne ölçüde atfedilebilir? İnce mesele. Diğer metinleri okudukça bu bahse döneceğim.
Birkaç bölümden bahsedeyim, Bogartlı olandan başlayabilirim. Bu arkadaş adını artistten alıyor tabii, dönem hakkında da bilgi sahibi oluyoruz böylece, iki büyük savaşın ortasında bir yerdeyiz ama ikincisinden pek uzak değiliz. Bogart'ın giyimi kuşamı yerinde, fiyakalı. Adam bir süre ortadan kayboluyor ve aylar sonra ortaya çıkıyor, hamile bıraktığı bir kızla evlenmek zorunda kalmış ve arkadaşlarıyla birlikte olmak için geri dönmüş. Kadınlarla erkeklerin ilişkileri genellikle yıkıcı bir etkiye sahip, hemen her karakterin başından geçen birkaç macerayla karşılaşırız, herifler ortadan kaybolup geri dönerler ve gitmeden önceki yaşam standartlarından daha düşük bir yaşam düzeyi tuttururlar. Acılarını öyle veya böyle unuturlar, yaşamlarına devam ederler. Yeni bir hata yapana kadar. Popo'ya bakalım, bu adam biraz yaklaşıyor sihre. Marangoz, adsız bir şey yapmaya çalışıyor ama ne olduğunu kendi de bilmiyor, durmadan bir şey yapıyor bu yüzden. Evleniyor, para için bir şeyler yapmaya başlıyor, sanatını bırakıyor ve sonrasında mutsuz oluyor, kadın bunu terk ediyor sanırım, Popo kafayı yiyor, hapse giriyor, bir dünya şey. Yine genelleme yapayım, karakterlerin çoğu polisçe tartaklanıyor veya hapse atılıyor. Adalet mekanizması yarım yamalak işliyor, rüşvet veremeyen parmaklıkların ardına gidiyor. Böyle bir dünya, çok acılı ve çok renkli. Hemen her mevzu için bir kalipso yazılıyor ve o coğrafyanın kültüründen parçalar bu şarkılarda yaşıyor, bizdeki hikâye anlatıcıları gibi. Çok uzaklarda bir yerde yaşanan dikkate değer olayları şarkılardan öğrenebiliyoruz, şimdinin ajansları gibi çalışıyor kültürün mekanizmaları. Erkek-Adamlı bölümle bu bahsi kapatayım; Adam-Adam olarak görüyorduk kendisini Mistik Masör'de. Ganeş'in yazdığı bir kitap kafayı yedirtiyor adama, zaten yemeye meyli de varmış, denk gelmiş. Tanrıyı gördüğünü söylüyor, kendini çarmıha gerdirtiyor, taşlatıyor ve taşların boyutu büyüdükçe aklı başına geliyor, herkese küfretmeye başlıyor, en sonunda akıl hastanesine tıkılıyor. Karakterlerin çoğu delirmekle delirmemek arasında kararsız kalmış gibi görünüyorlar, aslında bunun pek de bir önemi yokmuş gibi.
Çeviri hakkında bir şey söyleyip bitiriyorum, Filiz Ofluoğlu bozuk İngilizceyi yansıtmamayı tercih etmiş. Bu açıdan Sertabiboğlu çevirisi daha başarılı.
Biçimsel bir yenilik yok ama Naipaul'un böyle bir kaygısı yok anladığım kadarıyla, diğer metinlerine de bakacağım. Bu metni okumalıyız bence, Miguel Sokağı'nın benim sokağımdan pek bir farkı yok gibi gözüküyor. Deli Cengiz, Deli Nuri, Kaan, Zeynep neyse Hat, Morgan, Laura da öyle. Çok uzak bir yerden bir o kadar yakın insanlar, nefis.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder