Kül Kuşları, bence, Kutlar'ın öykü dünyasının temel izleklerini taşıyan, bu açıdan en yüklü öykü. Kendi kendine konuşan bir çocuğun halası kocaman bir anahtarı sokak kapısının kilidine yerleştiriyor, dünyayı ses dolduruyor, çocuk şahit olduğu hemen her olayın kaydını tutmak istermiş gibi sözcükleriyle biçimliyor olanları. Hala geldi, kapıyı açıyor, içeri girdi, sokaktan geliyor. Yalnızlık, bir başına çocuk, avluda. Sonra ne oluyor? "Tam o anda gürültülü bir sığırcık sürüsü doldurdu avluyu. Yüksek duvarların tepelerine; kararmış, ahşap evin geniş, çöküntüler dolu çatısına; duvarın taşları arasından fışkırmış bodur incir ağaçlarının çekirgelerden artakalan kuru dallarına kondular." (s. 67) Sığırcıklarla birlikte olaylar, nesneler, hayvanlar, ağaçlar dolduruyor uzamı, yalnızlık gürültülerle sona eriyor, kaydı tutulamayacak kadar çok sayıda olay gerçekleşiyor ve çocuk biçimlemeyi sürdürmüyor. Kapanan bir daire. İmgelerin ucu açık kalmıyor, sığırcıklara öykünün ilerleyen bölümlerinde tekrar rastlıyoruz, varlıklarını "dolduruyorlar" diyeyim, havada kalan bir izlenim, bir detay, bir dağınıklık yok, her şey toparlanıyor ve imli dünyayı bir arada, sımsıkı tutuyor bu durum. Müthiş bir yoğunluktan bahsediyorum, yer yer zıtlıklarla genişletilen ve tekrar toparlanan -bu kez daha büyük ama daha sıkı bir toplanma- bir... peklik. "Sığırcıklar korkuyla uçup gittiler. Vakitsiz uykularda sık sık görülen o derin gölde, ölü bir balık dağılarak suyu yeniden doldurdu. Yani sessizlik." (s. 71) Sessizlik, gürültü, tekrar sessizlik. Sessizliğin ölü balıklığı ve diğer benzetmeler anlatılanlara ne kadar bağlı, sanırım bir öyküyü öykü yapan hassas bir nokta bu. Dil-biçim ikilisi öykünün karakterlerini, mekanını, meselelerini açar durumda mı, kendi aralarında bir tansiyon mevcut mu, bunlara verilecek cevaplar olumluysa kurmaca dünya kusursuzlaşıyor. Kutlar'ın, yine bence, kusursuz bir dünyası var. Şeylerin imgelerce itilip çekildiği düzlemde karakterlerin ve olayların da rahatlıkla var olabildiklerini düşünüyorum ama çok ince, çok hassas bir denge bu, biri azıcık tavsasa ekşir o öykü, niteliği solar, iyi deneme olduğunu düşünüp geçeriz. Burada "başarılmış", sonucu muazzam güzellikte bir çaba var. Öyküleri okurken heyecanlandım ve çok güzel bir şeyin karşısında dururken hissedilen dehşet dolu duyguya kapıldım. Kutlar bu öyküleri yirmi üç yaşında bastırmış, Gaziantep'ten büyük şehre gelen ve yatılı okuyan bir çocuğun benzersiz dünyası her öykünün çatısını oluşturuyor.
Hadi'ye bakıyorum. Bir kedi ve bir kız çocuğu -ya da orada olmayan bir kız çocuğu da denebilir, oradalığı meçhul, iki göz halinde varlığını sürdürüyor olabilir ama giysilerinden ve karmakarışık saçlarından da haberdar oluyoruz bir süre sonra, eve gelen annesiyle annesinin sevgilisi görmüyor kendisini, şahitliği kendisini görünmez kılıyor belki, bilemiyorum- odada güneşin pencere oyununu izliyorlar. Pencere odayı izliyor belki. Ya her şeyi geçtim, bu öyküdeki pencerenin karakterleşmesi öylesine doğal ki sihrin doğallığından şüphe duyamıyorum. Pencerenin dışında orman ağır gürültülerle yaklaşıyor, bir. Pencere bir bulutun önünden ağır ağır geçiyor, iki. Gün pencereye doğru alçalıyor, duvara kavuniçi bir pencere çiziyor ve duvardaki pencere ağır ağır yürüyor, rengini koyultarak. İlk iki sayfayı megafonla falan duyurmak istiyorum okurlara ve yazarlara, müthiş bir iş. Kediye geliyorum, kedinin kediliği de pencerenin penceremsi imgelemi kadar. "Hadi!" sesini duyar duymaz başladığı, aynanın önünde sonlanan koşu oyunu bir hayvanın dürtüsünü sözcükler halinde döküyor. Tekrarlar, tekrarlardaki farklar adım adım asıl olaya getiriyor bizi. Kadınla adam odaya geliyorlar, kadın tedirginliği yüzünden adamın tepesini attırıyor, kanepenin altındaki, "Hadi!" diyerek bu kez iki insanı oynatıyor adeta, kedi de merakla izliyor olanları. İki göz kim? Çocuktan çok daha fazla bir şey olması lazım. Neyse.
Her bir öykü muazzam, ikisi dışında fazlasını almayacağım, onun yerine Önsöz'e geliyorum, 1977'deki ikinci baskıda Kutlar'ın söyledikleri. İlk baskıdan on yedi yıl sonra. "İshak'ı yirmi yaşlarındayken yazdım. Büyük kente yeni gelmiş bir taşralıydım o sırada. Bere'den ve kaşe kumaşlardan hoşlanır, Faulkner'ı Fransızcadan, Hafız'ı Farsçadan sökmeye çalışır, Goldberg çeşitlemelerini severdim." (s. 7) Yurtta ve Fatih'te bir kahvede yazılan öykülerin temelleri Antep'te atılmış, uzamın temeli Kutlar'ın doğup büyüdüğü yer. Bir başka Antepli olan Ülkü Tamer ısrar etmeseymiş bu öyküler tekrar basılmayacakmış, sanatçıların birbirlerini fişteklemeleri süper bir şey. Başka, yazı serüveni. Yoksul Anadolu, karanlık dünya, insanların kalınlığı, sancı verecek pek çok şeyi öykülerine kıstırmış Kutlar, kıstırdığı ölçüde de yazmış. Kimin için yazdığını bilmeden, neden yazdığını iyi bilerek.
Muazzam öyküler, tez okuna.
Ben de listeme ekleyeyim, bulup buluştururum. Türk edebiyatı güzel bi'şiymiş, bir de işte coğrafyanın ürünüsün hakikaten biraz, daha kendimden geliyor son birkaç aydır ne yalan söyleyeyim. Bakınıyorum, kurcalıyorum ufak ufak.
YanıtlaSilCoğrafya kederdir demişti bir iki abi. Eh, coğrafya kadardır işte bize ne olduysa diyerek artırıyorum. Restinize rest ula.
Sil