Üç öykü, ilki Nişan. Yola koyulmanın yedinci haftasında, uzaklarda anıta benzer bir şey görüyorlar, kar ovasının ortasında. Nişanı anıt olarak da düşünebiliriz, bir şey var orada ve öylece duruyor, heykele benziyor, bir dikit de olabilir, bembeyaz bir ıssızlıkta bir şey. Yolculuğu bildik, belki bir keşif gezisi, yedi haftadır yürüyen topluluk belki bilimsel bir keşif grubu, denedikleri şeyi daha önceden deneyenlerin bir daha geri dönmediklerini öğrenmişler, istikamet bilinmeyen. Niyetlerini bilmiyoruz ama önemli olan nişan. Bir saat boyunca yürüyüp şeyin yanına geliyorlar, donmuş bir adam buluyorlar. Adam ayakta duruyor, öylece donmuş. Gözleri kapalı. "Kafasının içinde kendince güzel bir düşünce olup gülümsediğinin farkında olmayan tek başına biri gibiydi." (s. 8) Gülümsemeyi hoşnutlukla karşılayamıyorlar çünkü haftalardır yürüyorlar, sinirleri bozuluyor, gülümseyişten kendilerince anlamlar çıkarıyorlar ama hepsi de soğuğun ve sessizliğin donukluğunu taşıyor, kendilerini adamla biçimliyorlar, sözcükleri adamın tebessümünden dökülüyor. Anlatıcının Blaise'le kurduğu diyalogdan bir nevi bilim-inanç çatışmasının doğmuş olduğunu görüyoruz. Dini bir niteliği yok bunun, Blaise sayılara, coğrafyaya ve koordinatlara önem verirken anlatıcı bunların sadece gerçekliği biçimleyen şeyler olarak görüyor, önemli olan orada bir başlarına olmaları. Olanlardan çıkardıkları anlamlar çok farklı. Kamp kurduklarında donuk adamla ne yapacaklarını düşünüyorlar, kimi adamı yatırmak gerektiğini söylüyor, kimi gömmek gerektiğini, kimi başka şey. Sonra adamla karşılaşmaları üzerinden bir bahis açılıyor. Biri adamın oraya nasıl geldiğini sorduğu zaman bir diğeri kendilerinin oraya nasıl geldiklerini soruyor, amaçları ve sonrasında da yaşamları sorgulanıyor. Anlatıcı hiçliğe daha fazla katlanamayıp adamın "sırıtışını" paramparça etmeye kalkıyor ama biri engel oluyor ona. "'Tanrıların yapıldığı malzemeden yapılmış bir adamdır bu bana kalırsa. Her zaman için gereklilik duyulan bir şey. Resmini herkese gösterip donmuş bir Tanrı bulmuştuk, diyeceğiz.'" (s. 17) Tartışma külleniyor, iki haftalık erzaklarının kaldığı ve geriye dönemeyecekleri ortaya çıkıyor. Ölümle yan yana duruyorlar, bir süre daha. Adamın belki de bir kas seğirmesi yüzünden gülümser gibi durduğundan bahsediyorlar, en sonunda anlatıcı adamın duruşunu ve yüzünü taklit ediyor, çekilecek fotoğrafta daha iyi bir donukluk oluşturabilmek için.
Sonrasını bilmiyoruz, anlatıcının bunları çok daha sonrasında yazdığını öğreniyoruz ve bitiyor öykü. Nereye yüründüğü, yürünüp yürünmediği, her şey yoruma bırakılıyor. Bir alıntı daha yapacağım bundan, öykünün ruhunu taşıyor belki: "'Başkalarını bundan rahatsız etmeksizin, bir başarısızın hayatını sürdürebileceğim noktaya dek yürümek, geriye doğru.'" (s. 20) Buzzati'nin çölünü beyaza boyarsak aynı ruhu duyabiliriz.
Dorothea, etrafta patlayan tüfekler ve bombalar olduğu zaman bireysel gerçekliğin paramparça olabileceğine dair müthiş bir öykü. Üç farklı başlangıçla ilerleyebileceğini söylüyor anlatıcı ama onca yok oluşun arasında kalan tek ögeyi anarak başlıyor, Dorothea'yı. Sonra 1946-1947 kışını anlatmaya başlıyor. Korkunç bir kış, atlatanlar için bir ölüm kalım savaşı, başlı başına. Yiyecek ve barınak yoksunluğu yüzünden insanların birer birer öldüğü, Hamburg'un bombalanmasından sonraki en sert günler. Anlatıcı yiyecek alabilmek için saatini satmaya karar veriyor ve kendisine salık verildiği üzere neredeyse temellerine kadar yanmış bir eve gidiyor, kapıyı Dorothea açıyor, kocasının orada olmadığını ama geldiğinde saatle mutlaka ilgileneceğini söylüyor. Bir tanışlık duygusu doğuyor aralarında, sanki birbirlerini geçmişin kırık aynasında seçer gibi oluyorlar ama tam da çıkaramıyorlar nerede, ne zaman karşılaştıklarını. Dorothea'nın eşi gelmiyor, adam o eve bir kez daha gidiyor sonra, Dorothea'nın hikâyesini dinliyor. Savaşın dehşeti içinde Dorothea'ya yardım eden bir asker, ailesi kısa süre önce öldürülmüş olmasına rağmen kadını bir başına bırakmıyor ve ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyor. Anlatıcının kendi hikâyesinde de benzer bir durum var, bir kadına yardım etmesine dair. Sonuçta aslında birbirlerini tanımadıkları ortaya çıkıyor ama acılar yüzleri birörnek hale getirdiği için, hikâyeler neredeyse aynı olduğu için, aynı savaşın içinde aynı korku yaşandığı için pek de uzak düşemiyorlar isteseler de. Yaşananların irdelendiği, Tanrı'yla konuşulacağı günün beklendiğine dair müthiş bir sonu var öykünün. Yine bir alıntıyla bitireyim: "Acaba büyük sarsıntılar sırasında hepimiz birbirimize mi benziyoruz? Yoksa böyle anlarda düşüncelerimiz kırık dökük sınırları aşıyor da kendiliklerinden evrene mi saçılıyor? Ve bugün ya da yarın, orada bir yerde, belki yine sarsılmış birinin düşünceleriyle karşılaşıp bizim de katılabileceğimiz bir alın yazısını birlikte yaşıyorlar." (s. 78)
Kıyıda. Ailenin çürütücü etkisi üzerine. Gümrük memurluğundan nasibini alması istenen bir adam, ailesinin örümcek ağı gibi ördüğü yaşamından kurtulmak ister ama gümrük memuru olan eniştesi, annesi, babası onu istemediği bir yaşamın ortasına çekerler. Anlatıcı, Nellie'yle muhabbet ederken bağlarını birer birer gözler önüne serer, çocukluğundan itibaren içine düştüğü çıkmazları anlatır ve en sonunda bir sabah karşı kıyıya geçeceğini, geriye dönüp baktığında her şeyin çok daha iyi olacağını söyler. Karşıya geçme hayali sürer, eyleme dönüşüp dönüşmemesi önemli değildir, çıkış yolunun varlığı bilinmektedir. Yeterli.
Nossack'ın insanları meseleleriyle var olan insanlar, kendilerini açmakta son derece cömertler. Genellikle bir başlarına da değiller, içlerindekinin dengini bir başkasında buldukları zaman sanki bir umuda kapılıyorlar ve anlatmaya başlıyorlar, kendileri için iyi bir sonuca varamasalar bile anlatmanın saadeti var, onunla yetiniyorlar. Güzel bir şey. Nossack iyi bir yazar, çevrilmeli. Çevirir misiniz?
Merhaba,
YanıtlaSilÇok uzun zamandan beri blogunuzu takip edemedim.
Keşke takip edebilseydim. Çok şey kaçırdığımın farkındayım.
Başarılarınızın devamı dileğiyle...
Merhaba, çok teşekkür ederim.
Sil